Hülya Avşar ve Dursun Karataş
Siyasal şiddet tarihimizin dönüm noktalarından biri İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Elrom'un kaçırılıp öldürülmesidir.
Türkiye'de ilk defa bu olayda bir ilk gerçekleşmiş ve bir insan çatışmada değil, kaçırılıp kafasına kurşun sıkılarak öldürülmüştür. Elrom'u kaçıran Mahir Çayan ve arkadaşlarının, taleplerinin yerine gelmeyeceğini anladıklarında aralarında tartışma başladığı nakledilir. Mahir Çayan'ın "Şayet Deniz Gezmiş'in kaçırdığı Amerikalılara yaptığı gibi biz de bu adamı serbest bırakırsak hiç kimse bizi ciddiye almaz." dediği rivayet edilir. "Ciddiye alınmak" için yapılan, bir insanın kafasına silahı dayayıp tetiği çekmektir.
Şiddetin "ciddiye alınmak", "adam yerine konulmak", "güç ve iktidar sahibi olmak", "şöhrete ulaşmak" gibi ancak çatışma ile üretilebilen amaçları var. Çatışma çıkarmak, şiddet uygulamak bazıları için bir yaşama biçimi haline geliyor. Öyle bir yaşam biçimi ki, birileri siyasal alanda şiddet uygulayarak var oluyor, bazıları da çatışmalardan ticarî kazançlar sağlıyor. Yine birileri de çatışma üreterek gündemde kalmaya, şöhretlerini diri tutmaya çalışıyor. Hülya Avşar'ın Kurban Bayramı hakkındaki sözleri bir reklam çalışması. Özü itibarıyla Ricky Martin'e canlı yayında elle sarkıntılık etmesinden farklı görünmüyor. Yine de bir fark var. Bu sefer toplumun kutsallarına saldırıp; tartışma başlatarak, sahip veya karşı çıkılarak bir halkla ilişkiler çalışması yapıyor. Gazeteler ayarlanmış, söz manşetten veriliyor; sorulduğunda "benim değil 9 yaşındaki bir çocuğun düşüncesi" kıvırmasına kapı aralık. Zamanlama olarak Kurban Bayramı'na kadar saklanamayan bir "yaratıcı reklam atağı". Düpedüz din ticarete alet ediliyor. Tıpkı mayo firmalarının her yeni kreasyonu piyasaya sunarken belediyelerle reklam panoları konusunda bir laiklik tartışması başlatmaları gibi. Halkla ilişkiler çalışmasının ürünü olan medyadaki "Akıldışı din" başlığının yanında yıllar öncesine ait şuh bir Hülya Avşar pozu, pazarlananın bir fikir olmadığını gösteriyor. Demek ki artık laiklik, sadece zamanı tükenmiş olanları çatışma çıkararak gündemde tutmaya yarıyor.
Dursun Karataş, Elrom cinayetini işleyen siyasal şiddet geleneğinin son temsilcisi idi. Bu gelenek adam öldürmeyi bir iktidar stratejisi olarak benimsemişti. Bugün çoğu kimsenin bir pop yıldızı zannettiği Che Guevara, bu geleneğin sembolüydü. Şiddet, eşitlikçi bir toplumu kurmak için bir araçtı. Güya bu öncü şiddet sindirilmiş kitleleri uyandıracak ve "kâğıttan kaplan" olan kapitalist devletin fiyakasını bozacaktı. Sovyetlerin dağılmasından sonra amaç ortadan kalktı, ama şiddeti bir yaşam biçimi olarak benimseyenler sosyalizm dışında başka amaçlar icat ederek yollarına devam ettiler. Anlamı ve karşılığı kalmamış terör örgütlerinin taşeronlaşması ve birilerinin elinde oyuncağa dönüşmesi bu değişimi anlatır. Che'nin silah arkadaşı Kastro'nun ülkesinin fuhuş ticareti ile ayakta kalmaya çalışması, bugünkü durumu özetliyor. Dursun Karataş'ın ölümü, bu yüzden 1960'ların sonunda başlayan dönemin kapanması anlamına geliyor.
"Ancak çatışma olursa ben var olabilirim." hükmünü kimlerin paylaştığına bakalım. Hacıbektaş'ta Cumhurbaşkanı'nı yuhalayan azınlık ile Ergenekon terör örgütü ve Hülya Avşar gibi "sermaye"yi tüketmiş olanlar aynı bataklıktan beslenmiyor mu? Hepsinin ortak paydası şiddeti bir "reklâm" aracı olarak kullanmaları. Ergenekon'un uyguladığı "psikolojik harekât" ile Avşar'ın PR çalışması arasında mantık ve yöntem olarak hiçbir fark yok. Her toplumun derinlerinde var olan kuşkuları kaşımak, korkuları büyütmek, düşmanlıkları artırmak ve kafaları tokuşturmak.
Benim çıkarttığım sonuç iyimser. Dursun Karataş öldü. Cenazesi tıpkı Hacıbektaş'ta Cumhurbaşkanı'nı yuhalayanlar gibi, Aleviliğin çatışma arayanlar tarafından nasıl istismar edildiğini gösterdi. Ergenekon'un kendi içinde kurduğu karanlık dünyanın günyüzüne çıkan ipuçları hepimize çok şey öğretiyor.