Güzel İnsanlar Güzel Atlara Binip Gittiler

Güzel insanlar güzel atlara binip gittiler

O, bir Anadolu şövalyesi idi.

O, seksen öncesi geçmişini yaşadığı işkencelerle tekamül ettiren, cenazesini kıldıran Ali Hoca’nın dediği gibi “istikameti” doğru, dik bir adamdı.

O, milliyetçiydi ama ideolojisini Osmanlı mozaiğine dayandıran müvahhid bir milliyetçiydi. Parti bayrağındaki “üç tuğ” da zaten onun açık bir ifadesiydi.

Katıldığı seçimlerde Türkiye genelinde cenazesinde topladığı kalabalık sayısı kadar oy alamadığı halde,  toplumun %90’nı tarafından takdir edilen bir liderdi. Bir belediye başkanı da cami avlusunda geniş bir gruba öyle diyordu, “hepimiz Muhsin Başkan’ı seviyorduk ama hiç birimiz de oy vermedik.”

Sivas’ın bağrından çıkıp kalbini önce Ankara’nın kesif sokaklarına, sonra Anadolu bozkırına ve nihayetinde zulüm altında inleyen tüm İslam coğrafyasına açmıştı. İşte yanıbaşımdaki kalpaklı Çecen mücahitler milli bayrakları ile engin yüreğe sahip bu insana açık bir vefa göstergesi olarak duruyorlardı.

O, sayıca az, ama yurdun her yanında yaygın ve etkin destekçileri ile yurtta birliğin mayası olmak için yola çıkmıştı. Partisinin adını da bu tez üzerine koymuştu. Amansız gelen kaderin tecellisi ile bunu bugün, ne güzel de sağlamıştı.

O, demokratik kanatlar içinde siyaseten uç bir noktayı temsil eden bir parti lideri olarak bilinse de, rakibinin saygı duyduğu bir liderdi. İşte cenazede karşıma çıkıp saf tutan eski Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer  Eryılmaz onun ispatıydı.

O, doğru bildiği yolda “yiğit”çe giden birisi. Kolay değil kırk yıllık bir damardan damar çıkartmak. Hem de Kudretli Başbuğ dimdik ayakta iken. Cenazeye katılan gençliğin bir yarısının “kurt”, yarısının “tevhid” işareti yapmasının O’nun açtığı çığırın ne yöne seyredeceği konusunda açık bir işaret verip vermediği cevabını zamana bırakan bir soru. 

Onu yakın olarak ilk defa,  bir  dostum ile bacanak oluşunun tescilinde, baldızının nikahında, Vedat Dalokay Salonu’nda  tanımıştım. Yaklaşık on üç sene önce. En son geçen Aralık ayında Atatürk Havalimanı’nın bekleme salonun da görmüş, onu benden daha yakın tanıyan bir dostumla ayak üstü sohbet etmiştik. Geniş omuzları, yer sağlam basan güçlü vucudu ile Russel Crown’un  “şövalye” tipini andırıyordu, ama yüzünde hiç bir şövalyede olmayan müşfik ifade, “Ben bir  Anadolu yiğidiyim”  diyordu.

Onu yakınen tanıyanların, siyasi ve hayat çizgisine şahitlik edenlerin onunla ilgili anlatacakları çok şey var elbet. İbretlik bir ömre sahip olduğundan kimsenin şüphesi yok.

Biz zaten öyle bir milletiz. Yaşarken bilmeyiz iyi insanların, güzel insanların kıymetini.

O güzel  insanlar, o güzel atlara binip gittiklerinde anlarız, atın da insanın da güzelliğini. Arkalarından sel olup akıtsak da göz yaşlarımızı,   aymaz pişmanlıklarımız da alı koymaz bizi. Ve giden gitmiştir.

Zulüm ile birlikte zamana ve mekana kifayetsizliğin “üşüttüğü” güzel insan Muhsin Bey, o çok sevdiği ve kavuşmak istediği “Sonsuzluğun Sahibine ulaştı”.     Artık onun üşümesi de mümkün değil, Peygamber ve tüm İslam yurdunun  toprağı ile örtülen mezarının sıcaklığında.

Rabbime dua ediyorum ki, O, şehitlerle haşr olacaktır.

 

Bu yazı toplam 4902 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
11 Yorum