Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Bir Büyük Aile Fotoğrafı!

 

 

Nisan"ın on"u… doksan altı…

Araba vapuru, yolcusuyla, ebed müddet kardeşliğinin limanına demir atıyor, Keban"da süzülüp uzaklaşıyordu.

Tepeyi aşınca Çemişgezek, bir nazlı gelin misali, bu coğrafyanın eskimeyen tarihini olanca cömertliğiyle önünüze seriyordu.

YİBO"da inince, Çınar fark etti, bavulunu okula kadar taşıdı; ne de olsa gurbet çocuğuydu.

Tepede gördüğü harikulade manzaranın etkisinden kurtulamamış, ayağının tozuyla kendini ilçeye zor atmıştı.

On iki ay, koyun kuzunun otladığı bereketli toprakları;

kim bilir hangi depremden sonra ayrılmış, ırmağın üzerinde bıçak gibi kesilmiş dik kayalıkları,

yüzlerce metreden süzülen şelalesi;

Sırpların Mostar"da yıktığının bir eşi, iki yakayı birleştiren sekiz yüz yıllık, hilal kaşlı Selçuklu köprüsü….

 

Dayanamadı…

köprü onu çekiyordu; güneş vurdukça suyu yaldız misali parıldayan ırmağın üzerinde, kesme taş;

yeşile ve maviye, ancak bu kadar yakışıyor; üzerinden her araç geçişinde biraz daha güçleniyor,

taşlar “safları sık ve düzgün tutuyor”du.

Hemen yanıbaşındaki yirmi yıllık DSİ köprüsü, dubaları suya gömülmüş, kullanılmıyor;

malzemeden çalan, hayattan çalıyordu.

 

Ağırnaslı Sinan, Süleymaniye"yi yaptırırken, bir işçinin kucağındaki taşla, bir baştan bir başa gittiğini fark eder.

“Çalışkan olsa yerine kor, tembel olsa kaytarır; derdi ne ola ki!”

“Gusül almam gerek;  su bulamadım; abdestsiz, harca taş koymaya gönlüm el vermedi;

kazancımı helal etmek için de, taşı bırakıp tembellik yapamadım.”

Mimar, inşaatı durdurup, hamam yapılmasına karar verir.

Çemişgezek köprüsünü daha bin yıllar ayakta tutacak ruh! Nerdesin?

İpe giden adamın, yağlı urgan boynuna geçmeden, yavrularına son kez bakışı gibi, köprüden ayrılıyor,

Kale, “İlçe benden sorulur!” heybetiyle yolcusunu karşılıyor,

Akdamar Kilisesi"ne servet harcanırken; o, her gün biraz daha aşınıyordu. Kale"nin papazı yoktu!

Yelmaniye ve Süleymaniye camileri, pozitif ayrımcılıktan henüz nasiplerini alamamışlardı! Sekiz asırlıktı her biri.

İn Delikleri"nde  kimbilir hangi medeniyetin akisleri yankılanıyor;

arkada Başbağlar, şüheda erleriyle sonsuzluğa selam yolluyordu.

 

Sınıf, yeni bir sese uyanıyor; tekdüze bir yaşamda; okul, yemekhane, yatılı arasında mekik dokuyan umutlar,

“Selam”ın engin iklimiyle tanışıyorlardı.

Aylardan Ramazan"dı; teravih sonrası ilahileri hep o okurken,

yeni tayin Taner hocanın kadife sesine rağbet vardı artık!

Sonra bir karakucak başlar, hep birden hocaya çullanırlar;

hızını alamayanlar, etüt sıralarını kaptıkları gibi önlerine gelene yapıştırırlardı.

O da nasibini almış; sekiz"deki Cihan"ın kaptığı sıra, sol gözünü morcivert yapmıştı; olsun, o da bir renkti!

 

İlçe nice gizemlerle doluydu.

Murat, Hasan, Coşkun, Erkan ve Mustafa hocalarla ilçeye yol alırken, Uzun Hasan Kümbeti"ne gözleri ilişti.

Tabuttaki, Osmanlı"yla savaşan Uzun Hasan mıydı?

Murat, “İhtiyar kadın geliyor, elinde sopayla bahçeye girdi…” deyince, koca koca adamlar toza bulanarak geri çekildiler. Yine muzipliğinin doruğundaydı. Lahiti açtılar, birkaç kemik…

“Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek” Sonsuza kadar!

 

Karne arefesinde, lojmanları, karşı tepelerden “rahatsız edilmiş”; Haçlı malı mermiler, yüzlerce delik açmıştı;

bin yıllık kardeşliğe sıkılan kurşunlar dalalet, ihanet ve inkar kokuyordu.

İlk ırkçı, Şeytan"dı! “Beni ateşten, onu çamurdan yarattın; ben ondan daha üstünüm!”

Oysa “Üstünlük takvada”ydı!.. ve O, “Renklerimize ve ırklarımıza bakmıyor, kalplerimize bakıyor”du.

 

Keban"da piknik için her şey müsaitti; otuz ekmek, yağ, tuz, çay, demlik, bardak….

Balığı, kayanın üstüne file gererek tutuyorlardı; balık kaçmıştı; gözü, kenardaki paslı sobaya ilişti;

karavanalara yağı boca ettiler; meraklı gözler arasında, alttan ateşi verdiler.

Yağa, tuz ektikçe “Cıs… pıt pıt pıt… cıs… pıt pıt pıt…” sesler çıkmaya başladı.

Yağ ile tuz buluşunca “padişah mutfağı”na dönmüştü.

Çocukken pek severdi; hele bir de yağ, pembemsi bir hal alınca...

Tepede güneş… karınları zil çalarken, “Ne yiyeceğiz, hocam!” der demez, “Girişin ulan!” komutuyla;

tüm ekmeği bölmeden, yağa bandırıp midelerine indirmeleri bir oldu.

 

O gün Çemişgezek-Elazığ karayoluna dizilen yüzlerce beden,

belki dünya gözüyle bir daha göremeyecekleri hocalarını “Allah"a ısmarlıyor!”,

üç yüz elli dört günlük rüyadan uyanıyor; “gurbet” yüreklerini yakıyordu.

 

YİBO"dan Bartın"a yollanan elli iki mektup, Anadolu kardeşliğinin tapusu oluyor;

“iki dünyada birbirinin elini tutacak” dostluğun temellerini atıyordu.

Kenan, Ersin, Aslı, Tuba, Gülcan, Songül, Çınar, Erhan, Türkan, Kamil, Çiğdem, Burcu, Ertan, Serap,

Özlem, Gönül, Ahmet, Celal, Suat, Filiz, Nihat, Hilal, Şehriban, Bekir, Mustafa, Vedat, Zarife, Selahattin,

Hakan, Yazgı, Mehmet, Gökhan, Seval, Hüseyin, Hanifi, Ozan… nerdedirler kim bilir?

“Artık, demir almak günü gelmişse zamandan; meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan!”

 

Başkentte garip şeyler oluyor;

iyi eğitim görmüş Boğaziçili sarı kız"la;

konuşmasının arasına reklam girecek kadar uzun, purolu, kırkbeşlik, Avusturya liseli oğlan, ortaklığı bozuyorlar;

geçimsiz ikilinin balayı üç ay sürüyordu; “öküz ölmüştü!”

Kızın ah"ı tutuyor;

oğlan Hun diyarında aldığı darbeyle, burnundan estetik oluyordu.

Fadime"nin düğününe daha vardı. Damat, uygun zamanı kollayacak; sonra nasıl olduysa “sırra kadem basacak”tı.

Kılıç kalkan oyunu, B planıydı; herkes “vazife”sini yapıyordu.

 

Bu yazı toplam 2339 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum