Şuayip Yaman Görünen Köy
30 AĞUSTOS ZAFERi’NİN 98. YILDÖNÜMÜ...
‘30 Ağustos Zaferi’ ile sonuçlanan Yunan ordusuna yönelik gerçekleştirilen Büyük Taarruz'un 98'inci yıldönümü kutlanıyor.
Bugün Türk Milleti’nin özgürlük ve bağımsızlık günüdür.
30 Ağustos, Türk milletinin egemenlik ve bağımsızlığı için azim, kararlılık, kahramanlık ve fedakârlıkla verdiği Milli Mücadelenin, tüm mazlum ve mağdur milletler için de bir umut ışığı olan bir zaferdir.
30 Ağustos; Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının ‘Büyük Taarruzu’ (Başkomutanlık Meydan Muharebesi) kazandığı ve topraklarımızın düşman işgalinden kurtulduğu gündür...
“30 Ağustos Zaferi” tarihte kazanılmış olan Türk tarihindeki en kıymetli zaferlerindendir.
Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki Türk ordusunun 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos'ta zaferiyle sonuçlanan Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi, dünya tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanlarından biri olarak tarihe geçmiştir.
30 Ağustos 1922, bağımsızlığın ışıltılı ve güzel günlerinin umuduyla, canlarını hiç düşünmeden korkusuzca vatan ve özgürlük için veren kahramanlar, bir milleti sömürme arzusunda olan sömürücü güçlerin işgalci heveslerini kursaklarında bırakmış, onlara tarihlerinde görmediği bir yenilgiyi yaşatmıştı.
Bir millet uyanmış, vatan selametini bulmuş, dünyaya ve tarihe zaferle haykırmıştı.
Mazlum bir halk her türlü yokluğa rağmen kendi saadetinden önce Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün başkumandanlığında ve liderliğinde ülkesi için destan yazmıştı.
BÜYÜK TAARRUZ TARİHİ VE SONUÇLARI...
Takvim yaprakları bundan tam 98 yıl önce 26 Ağustos 1922’yi gösteriyordu. Türk ordusunun işgalci Yunan kuvvetlerini topraklarından defetmesi için Bakanlar Kurulu taarruz kararı almıştı.
14 Ağustos’ta kolordular taarruz için yürüyüşe geçmişti. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 19 Ağustos'ta Ankara'dan Akşehir'e giderek, 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana karşı taarruz emrini verdi.
26 Ağustos gecesi 5. Süvari Kolordusu Ahır Dağları üzerindeki, Yunanlıların gece savunmadığı Ballıkaya mevkisinden sızma yaparak Yunan hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal sabaha kadar sürdü.
Yine 26 Ağustos sabahı Mustafa Kemal Paşa, yanında Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile birlikte muharebeyi idare etmek üzere Kocatepe'deki yerini aldı. Büyük Taarruz burada başladı.
Topçuların sabah saat 04.30'da taciz ateşi ile başlayan harekât, saat 05.00'te önemli noktalara yoğun topçu ateşi ile devam etti. Türk piyadeleri, sabah 06.00'da Tınaztepe’ye hücum mesafesine yaklaşarak tel örgüleri aşıp Yunan askerini süngü hücumu ile temizledikten sonra Tınaztepe’yi ele geçirdi.
Bundan sonra saat 09.00'da Belentepe, daha sonra Kalecik - Sivrisi ele geçirildi. Taarruzun birinci günü 15 kilometrelik bir bölgede düşmanın birinci hat mevzileri ele geçirildi. 27 Ağustos pazar günü Türk birlikleri Afyonkarahisar’ı geri aldı.
28 Ağustos ve 29 Ağustos’ta başarılı geçen taarruz harekâtı, 5. Yunan Tümeni'nin çevrilmesi ile sonuçlandı. 30 Ağustos 1922 çarşamba günü taarruz harekâtı, Türk ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Büyük Taarruz’un son safhası, Türk askerî tarihine Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçti.
Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun işgalci kuvvetlere karşı kesin ve son hamleyi gerçekleştirmek ve düşman birliklerini Anadolu’dan atmak için planlanmış gizli bir harekâttı.
Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla da bilinen Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasının ardından Yunan orduları, İzmir'e kadar takip edildi ve 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtarıldı.
İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi ise daha sonra gerçekleşti.
Ancak 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder.
30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI’NIN ANLAMI (30 Ağustos 1922)
Mustafa Kemal Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak da bilinen Büyük Taarruz, Sakarya Savaşı'ndan sonra Türk ordusunun işgalci güçlere kesin darbeyi vurmak için hazırlıkları 1 yıl süren harekât sonrasında kazanılan zaferdi.
26 Ağustos 1922’de başlamış, 30 Ağustos'ta Dumlupınar’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlığında zaferle sonuçlanmıştı.
Sadece vatanın düşman işgalinden tamamen kurtulmasını sağlamakla kalmamış 1920'de Meclis’in açılmasıyla fiilen kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağını da kanıtlamıştır. Önüne çağdaş uygarlığı aşma hedefini koymuştur.
Atatürk, 30 Ağustos 1924'te Dumlupınar'da Çal Köyü yakınlarında Zafer Bayramı’nın yıldönümü dolayısıyla yaptığı konuşma ile milli mücadelenin hangi milli amaçlar için yapıldığını vurgulamıştır. Bu amaçların bağımsızlık, milli egemenlik, laiklik, kadın-erkek eşitliği, milli ekonomi olduğu görülebilir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 20 Temmuz 1922'deki oturumunda kendisine dördüncü kez Başkomutanlık yetkisi verilen Mustafa Kemal Atatürk, taarruz kararını Haziran ayında aldı ve hazırlıkları gizli olarak yürüttü.
Büyük Taarruz, Ağustos'un 26’sını 27’sine bağlayan gece Afyon'da başladı, Aslıhan civarında kuşatılan düşman birliklerinin, Mustafa Kemal Paşa'nın idare ettiği Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde imha edilmesi ile Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı..
ZAFERE GİDEN YOLUN ÖYKÜSÜ...
MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI...
1914’te Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti bunun neticesinde son derce ağır şartları haiz olan Mondros Ateşkes Antlaşması’nı 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda kaldı.
Bu antlaşma Osmanlı Devleti’ne fiilen son vermekteydi. Antlaşmanın hemen ardından İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalleri başladı.
Mondros Ateşkes Antlaşması'nın Sonuçları...
Antlaşma; Osman Devleti'nin etki alanını kısıtlamıştır. Yer alan hükümler gereğince Osmanlı İmparatorluğu fiilen yok sayılmış, geriye tamamen savunmasız bir Anadolu kalmıştır.
7. Madde, anlaşma devletlerine Anadolu’yu açıkça işgal etmenin kapısını açmıştır.
23. Madde ise Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulmak istendiğinin göstergesiydi.
Mondros Ateşkes Antlaşması bir barış antlaşması değil bir işgal planı olarak nitelendirilebilir...
İSTANBUL’UN İŞGALİ...
İstanbul'un İşgali, Osmanlı İmparatorluğu ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile Birinci Dünya Savaşı'nın bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilan edilmesinin ardından gerçekleşmiştir.
Osmanlı başkenti İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından:
- Önce 13 Kasım 1918,
- Sonra 16 Mart 1920'de olmak üzere iki kez işgal edildi.
İlkinde önemli stratejik noktalar kontrol altına alındı, ikincisinde ise idareye el konuldu.
İngilizler, 13 Kasım 1918’de yapamadığını 16 Mart 1920 sabahı yapmış ve İstanbul’u fiilen işgal etmiştir. Bunun üzerine İstanbul’dan kaçan aydınlar ve siyasetçiler, direnişin tek adresi haline gelen Ankara’ya doğru yola koyuldular...
SEVR ANTLAŞMASI...
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması imzalandı.
Sever Antlaşması; I. Dünya Savaşı sonrasında İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükümeti arasında 10 Ağustos 1920’de Fransa’nın başkenti Paris’in 3 km batısındaki Sevr (Sèvres) banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde (Musée National de Céramique) imzalanmış antlaşmadır.
10 Ağustos 1920’de İtilaf Devletleri: Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı, Çekoslovakya ile mağlup Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalandı.
ABD Osmanlı İmparatorluğu ile savaşmadığı, SSCB ise henüz Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için imza atmadılar.
Osmanlı heyetinde şu isimler yer alıyordu: Eski Maarif Nazırı (milli eğitim bakanı) Bağdatlı Mehmed Hadi Paşa, eski Şura-yı Devlet (Danıştay) reisi Rıza Tevfik Bey ve Bern Sefiri Reşat Halis Bey.
Sevr Antlaşması, Osmanlı Devleti delegesi olmaksızın 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında (İtalya'nın San Remo kentinde) belirlenerek İtilaf Devletleri tarafından Osmanlı Devleti'ne kabulü için ültimatom (kesin uyarı) olarak verilir.
Sevr'in amacı Türkiye'yi parçalamaktı...
Ana hatları 24 Nisan 1920'de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920’de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti'ne verilmişti.
Sevr Antlaşması’nın kabulünü kolaylaştırmak ve Sevr hükümlerini uygulamak üzere, İtilaf Devletleri'nin teşvik ve desteği ile Yunan ordusu da 23 Haziran 1920'de Anadolu'da ve Trakya'da saldırıya geçti.
Bursa'nın, Balıkesir'in, Uşak'ın ve Nazilli'nin art arda işgali ile Sevr’in uygulanmasını sağlamak ve Antlaşma maddelerinde herhangi bir değişikliğe meydan vermemek bu saldırıda esas amaç olmuştu.
Sultan Vahdettin’in başkanlığında toplanan Şüra-yı Saltanat 22 Temmuz 1920'de “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeğe değer” görerek Antlaşma’nın onanmasına karar vermiştir.
Tevfik Paşa’nın, Türk topraklarını parçalayan, milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan bu antlaşmayı imzalamaması üzerine Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilen Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşması’nı 10 Ağustos 1920’de imzaladılar.
Sevr Antlaşması’na göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti de yasama hakkından yoksun bırakılıyordu.
- Rumeli sınırımız aşağıda, yukarı İstanbul vilayetinin sınır olarak tayin olunuyordu.
- Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) Yunanlılara verilecekti.
- Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos Dağları ve Osmaniye'nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa'ya bırakmakta idi.
- Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı.
Bunun dışında, Türkiye'ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta;
- İtalyanlar Antalya ve Konya,
- Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde,
- İngilizler de Irak'ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı.
- İstanbul'da ise hükümet ve padişah oturacak fakat İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlarda ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı.
- Türklere bırakılan bölge, hâkimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi.
Sevr Antlaşması ile tüm Anadolu, İtilaf devletleri tarafından tamamen paylaşılmış yani işgal edilmiş, Türklere sadece Ankara ve civarı bırakılmıştı.
Çocukluk yıllarımızda büyüklerimiz hep anlatıdır, “Düşman Polatlı’ya kadar gelmişti” diye....
Sevr’e göre, memleket dâhilinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk tabiiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk tabiiyetine de giremeyecekti.
Devletin askeri kuvveti, her bakımdan sınırlanarak azami miktar 50.700 kişi olacak; Tank, ağır top, uçak bulunmayacaktı. Askerlik de gönüllü olacak, donanma ise 7 gambot ve 6 torpidodan ibaret olup, donanmada denizaltı da bulunmayacaktı.
SEVR’İN İMZALANMASI ANADOLU’DAKİ MİLLİ MÜCADELE AZMİNİ KUVVETLENDİRMİŞTİ...
Diğer taraftan mali ve iktisadi hükümler, Osmanlı Hükümeti ile Meclis’in yetkilerini hiçe saydıracak şekilde sınırlayıcı ve külfet teşkil eder mahiyette olup, Osmanlı Devletini İtilaf Devletlerinin müşterek sömürgesi haline, getiriyordu.
İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerinin temsilcilerinden kurulu Mali Komisyon, Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini düzenlemekte ve devletin yetkilerini devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde bağlamakta idi.
Sevr Antlaşması'nın Osmanlı Hükümeti’nce imzalanması, Anadolu’daki Millî Mücadele azmini kuvvetlendirmiş, halkın İstanbul Hükümeti’nden ümitlerini kesmesine neden olmuştur.
Ermenistan ve Özerk Kürdistan devletlerinin kurulması kararlaştırıldı. Ayrıca, Trakya ve Batı Anadolu Yunanistan'a bırakılıyordu.
SEVR ANTLAŞMASININ SONUÇLARI...
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve Antlaşmayı imzalayanlar ile Saltanat Şurası’nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti.
Sevr Antlaşması’nda imzası bulunan Heyet üyeleri 23 Nisan 1924 tarihinde TBMM tarafından 150’likliler listesine eklendi.
28 Mayıs 1927 tarihli yasayla ise yurttaşlıktan çıkarıldılar.
BİR MİLLET UYANIYOR...
Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması ile yurdumuz tamamen elimizden alınıyor, bizim de bunu kabul etmemiz isteniyordu. Atatürk’ün önderliğinde başlatılan bağımsızlık mücadelesi ile Türk Milleti kendisine biçilen kefeni yırtmış bu anlaşmaları tarihin çöp sepetine atmıştır
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, koşulları itibariyle Türk topraklarının tamamen işgalini hedef alıyordu.
10 Ağustos 1920’de ise yine Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması da Türk Milleti’nin yok sayılmasına neden olan çok ağır koşullar içeriyordu.
Türk Milleti’nin bu durumu kabul etmesi elbette mümkün değildi.
19 Mayıs 1919’da Samsun'a çıkmasıyla, lideriyle kucaklaşan Anadolu, Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı'nı başlattı.
Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasının ardından Erzurum Kongresi ( 23 Temmuz-4 Ağustos) ve Sivas Kongreleri (4-11 Eylül 1919) yapıldı.
Daha sonra 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Atatürk, 23 Nisan 1920’de TBMM'yi kurdu.
Böylece hem memleketin yönetimi halkın iradesine verilmiş oluyordu hem de Kurtuluş Savaşı’nın merkezi Ankara oluyordu.
TBMM yaptığı görüşmelerde yurdun durumunu ve kurtuluş çarelerini aradı. Misak-ı Millî sınırları içinde vatanın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağı görüşünden hareketle, düşmanla mücadele kararı alındı.
Oluşturulan düzenli ordularla savaşa girildi. İlk başarı, Doğu’da Ermeni çetelerine karşı kazanıldı. Daha sonra, Batı cephesinde, Yunanlılarla, I. İnönü ve II. İnönü Savaşları yapıldı.
Bu savaşların kazanılmasıyla Yunanlılara büyük bir darbe indirilmiş oldu. Bunun üzerine Yunan ordusu yeniden saldırıya geçti. Saldırı üzerine Mustafa Kemal, ordularına: “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır.
Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” emrini verdi.
Türk askeri, büyük bir azim ve fedakârlıkla bu karara uydu.
23 Ağustos ve 12 Eylül 1921 tarihleri arasında yapılan Sakarya Meydan Muharebesi ile Türk milleti 1699 - Karlofça Antlaşması’ndan beri ilk defa toprak kazanmaya başlıyordu.
Sakarya Savaşı, Türk milletinin savunma durumundan taarruz durumuna geçtiği önemli bir savaş olarak da tarihe geçti. Bu zafer sonunda, TBMM tarafından, Mustafa Kemal’e “Gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verildi.
Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olan Sakarya Savaşı'ndan sonra, büyük bir taarruzla düşmanı tamamen yok etme kararı alındı. 1922 yılı Ağustosu’na kadar, hazırlıklar tamamlandı.
Güneydeki Türk birlikleri, büyük bir gizlilik içinde Batı cephesine kaydırıldı. İstanbul’daki cephane depolarından silah ve cephane kaçırıldı. İtilaf Devletleri tarafından tahrip edilerek kullanılmaz hâle getirilen toplar onarıldı. Yeni silâhlar satın alındı.
Ordumuza taarruz eğitimi yaptırıldı. Bu hazırlıklardan sonra, Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Bir saat içinde düşman mevzileri ele geçirildi. 30 Ağustos'ta düşman çember içine alındı. Sağ kalanlar esir alındı.
Esirler arasında Yunan Başkomutanı Trikopis de vardı. Bu savaş, Atatürk’ün başkomutanlığında yapıldığı için aynı zamanda “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak adlandırıldı.
Büyük Taarruz’un başarıyla sonuçlanmasından sonra düşman, İzmir’e kadar takip edildi. 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla yurdumuz düşmandan temizlenmiş oldu.
Hain düşmanın, haksızca ve alçakça işgaline “dur” diyen ve kanımızın son damlasını akıtmadan yurdumuzu bırakmayacağımızı dünyaya ispatlayan bu büyük zaferi her yıl, 30 Ağustos günü, bayram yaparak kutluyoruz.
30 Ağustos 1922 tarihi, Türk ulusunu esir etmek isteyen emperyalist güçlere karşı; kadınıyla çocuğuyla, ordusuyla topyekûn verdiği bir savaşın ve ulusal benliğini kurtardığı ve Zafer Destanı’nın yazıldığı gündür.
Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” adıyla da bilinen Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanmasından sonra Yunan orduları İzmir'e kadar takip edilmiş; 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur.
İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder.
LOZAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ‘TAPU SENEDİ’DİR...
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırmasının ardından Sevr Antlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş, 23 Temmuz 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması uygulamaya konulmuştur.
Lozan Barış Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş belgesidir. Ayrıca, Türklerin imha planı olarak bilinen Sevr Antlaşması'nı geçersiz kılan, Türklerin Anadolu’da imha edilemeyeceğini dünya kamuoyuna kabul ettiren ve Anadolu’nun tapusunun Türk milletine ait olduğunu “zorla” kabul ettiren siyasî belgedir.
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanmış, yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilmiştir.
Kurtuluş Savaşı'nda kazanılan zafer sonrası Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Leman gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace'ta imzalanmıştır.
Lozan Barış Antlaşması önsözünde, devletlerin istiklal ve hâkimiyetine saygı gösterilmesi ilkesine yer vermiştir. Bu ilke, yeni Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı’nın galipleri ile eşit şartlar altında, Lozan'da siyasi bir mücadeleye giriştiğini gösteren bir hükümdür. Türk istiklal ve hâkimiyetinin tanınması bakımından da önem arz eder.
Lozan Barış Antlaşması, Türk Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı, Türk Milletinin hayati haklarını ve emellerini gerçekleştirdiği bir eserdir. Lozan aynı zamanda, Orta Doğu'nun en önemli bölgesinde, barış ve güvenliği kurmak ve devam ettirmekle dünya barışına da hizmet etmiştir. Türkiye Lozan’da genel olarak, Misak-ı Millî’yi gerçekleştirmiştir.
Türk kamuoyu, on üç yıldan bu yana yapmış olduğu savaşlardan sonra gerçekleşen Lozan Barış Antlaşması’nı büyük bir sevinç ile karşılamış, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz 1923'ün o yılki Kurban Bayramı ile aynı tarihe denk gelmesi nedeniyle, Türk basınının ifadesiyle “bayram içerisinde bayram yaşamıştır.”
Bu nedenle, Edirne’den Kars'a kadar Anadolu’nun her tarafında halkın geniş katılımıyla gerçekleşen gündüz ve gece kutlamaları düzenlenmiştir. Halkın bu kutlamalarına yer yer resmî makamlardan önemli kişiler katılmış, Lozan Barış Antlaşması ve bundan sora yapılacak olan işler hakkındaki görüşlerini kutlamalara katılanlarla paylaşmışlardır.
ANKARA’NIN BAŞKENT OLUŞU VE CUMHURİYET’İN İLANI...
İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’de Ankara, Türkiye Devleti’nin Başkenti (Hükümet Merkezi) oldu.
Bu dönemde Atatürk, egemenliğin ulusa dayandığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklar yapmaya başlamıştı.
Atatürk 28 Ekim akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya’da yemeğe çağırmış ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” Demiştir.
29 Ekim günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan “Cumhuriyet” önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne vermiştir.
Meclis önergeyi kabul etmiştir ve böylece Türkiye Devleti'nin yeni yönetimi biçimi Cumhuriyet, yeni ismi “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” olarak belirlenmiştir.
Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Halk da Cumhuriyetin ilanını sevinç ve coşku ile karşılamıştır.
Cumhuriyet’te; Atatürk'ün de söylediği gibi, “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.”
Ulus, kendini yönetme yetkisini, kendilerine temsil eden milletvekilleri aracılığı ile kullanır.
Cumhuriyet yönetiminde, yurttaşın seçme ve seçilme hakkı vardır. Seçilen temsilciler, yasaları tasarlar ve yöneticileri ulus adına denetler. Ulus, seçimle yöneticileri seçebilir...
ZAFER BAYRAMI’NIN GEÇMİŞİ...
30 Ağustos, Mustafa Kemal’in başkomutanlığında ülke topraklarının geri alındığı gündür.
Bu nedenle Büyük Taarruzu kutlamak bir bayramdır
Zafer Bayramı, ilk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyonkarahisar, Denizli, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir'de kutlanmıştır.
30 Ağustos Türk Silahlı Kuvvetleri’nin günüdür. 30 Ağustos Türk ulusunun şanlı tarihinin dönüm noktasıdır.
30 Ağustos Zafer Bayramı 1924'te Dumlupınar'da Çal Köyü yakınlarında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in katıldığı bir törenle “Başkumandan Zaferi” adıyla kutlanmıştır.
Dumlupınar’ın Çal köyünde gerçekleşen ilk törende Mustafa Kemal, millî ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve ‘Meçhul Asker Abidesi'nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber atmıştır.
Başkumandanlık Zaferi, 1926'dan itibaren Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.
1 Nisan 1926'da kabul edilen Zafer Bayramı Kanunu'nda 30 Ağustos Başkumandan Muharebesi gününün Cumhuriyet ordu ve donanmasının Zafer Bayramı olduğu, her yıl dönümünde bu bayram gününün kara, deniz ve hava kuvvetleri tarafından kutlanacağı belirtilir. Aynı yıl, dönemin Savunma Bakanı Recep Peker'in yayınladığı bir genelge ile bayram törenlerinde neler yapılacağı detaylı bir şekilde belirtilmiştir.
Ancak 1930'ların ortalarına kadar ilk tören gibi üst düzeyde gerçekleşen Büyük Zafer kutlaması veya anma töreni yapılmamıştır. Hava Kuvvetlerinin ülke savunmasında önemli bir yeri olması nedeniyle, Tayyare Cemiyeti de 30 Ağustos tarihini "Tayyare Bayramı" olarak adlandırmıştır.
1935 yılından sonra da tüm yurtta resmen kutlanmaya başlanmıştır.
Zafer Bayramı için özellikle 1960'lardan itibaren daha kapsamlı ve katılımlı bir şekilde kutlamalar yapılmaya başlanmıştır.
30 Ağustos, Türkiye'de askeri okulların mezuniyet törenlerini yaptıkları gün olmuştur; ayrıca tüm subay ve astsubay rütbe değişiklikleri bu tarihte geçerli olmaktadır.
Zafer Bayramı uzun yıllar Genelkurmay Başkanı'nın tebrikleri kabul ettiği bir bayram olarak kutlanmış; bu durum Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün “Başkomutan” sıfatıyla kutlamalara ev sahipliği yaptığı 2011 yılından itibaren değişmiştir...
30 AĞUSTOS ZAFERİNİN ÖNEMİ...
30 Ağustos Zafer Bayramı, 1922 yılında 26 Ağustos’ta başlayıp, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni (Büyük Taarruz) anmak için kutlanan bayramdır.
30 Ağustos Zaferi, Türk milletinin asla esir edilemeyeceğini; semaları süsleyen Türk Bayrağı’nın gönderden indirilemeyeceğini ve gök kubbeyi çınlatan ezan seslerinin dindirilemeyeceğini bütün dünyaya ilan eden kutsal bir zaferdir.
Bu zafer, namusumuzu ve mukaddes değerlerimizi düşman saldırısından kurtarmakla kalmamış; aynı zamanda esaret altında bulunan diğer Müslüman milletlere de ilham kaynağı olmuştur.
30 Ağustos’un gerçek anlamını ve önemini Büyük Zafer’in ikinci yıl dönümünde (30 Ağustos 1924) Dumlupınar’ın Çal Tepe’sinde yapılan törende Atatürk'ün verdiği söylevde görürüz;
Mustafa Kemal Atatürk, “Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada tarsin olundu (kuvvetlendirildi), hayat-ı ebediyesi (ebedî hayatı) burada tetviç olundu (taçlandırıldı).
Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden (uçan) şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır” sözleriyle ne güzel anlatmış coşkuyla kutlanılması gereken zaferi...
Bu destanı unutmamak ve unutturmamak da bizim görevimizdir.
30 Ağustos, Mustafa Kemal’in başkomutanlığında ülke topraklarından geri alındığı gündür.
Bu nedenle Büyük taarruzu kutlamak bir bayramdır.
Eskisi gibi onları yâd etmek (anmak) ve coşkuyla bu zaferi kutlamak bizim borcumuz.
Ama ne yazıktır ki Milli bayramlarımız artık eskisi gibi anılmıyor.
Türk Milleti planlı bir şekilde geçmişinden ve değerlerinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor...
Birilerinin hala Cumhuriyet ve Atatürk ile bir sorunları var ki; Cumhuriyet ve Atatürk’ten intikam almaya çalışıyorlar...
Oysa 30 Ağustos (1922) ve 29 Ekim (1923) Emperyalizme karşı yazılmış birer destandır. Biz varlığımızı bu zaferlere borçluyuz.
Atalarımız, 30 Ağustos’ta yokluklar içinde ve en ağır şartlar altında, yedi düvele karşı, tarihte benzeri görülmemiş bir destan yazmıştır.
Günümüzde bu kadar geniş olanaklar içinde olmamıza rağmen emperyalistlerin işbirlikçisi içimizdeki hainlerle baş edemiyoruz. Çünkü içimize fitne ve fesatlık sokup, bizleri birbirimize düşürdüler. Bu yüzden de bir araya gelemiyoruz...
Herkes her şeyi unutmuş gibi davranıyor. Milli birlik ve beraberliğimizi pekiştirmek için ille de başımıza bir bela, bir musibet gelmesini mi bekleyeceğiz? Geçmişten hala neden ders almıyoruz?
Ey bu ecdadın evladı: Ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti fark etmez. Tarihini ve geçmişini unutma. Biz onların evladı biz onların geleceğiyiz.
Biz onları yaşatmazsak biz anmazsak düşmanımız olan binlerce aç it salyalarını saçarak üzerimize saldırır...
Atatürk’ü sevmeyenler, O’na hakaret edenler, O’na iftira atanlar ve O’na virüs diyenler asla bizim memleketimizin sevenleri ve dostları olamazlar...
TÜRK’ÜN TÜRK’TEN BAŞKA DOSTU YOKTUR...
Şimdilerde bile çevremiz “ateş çemberi” bu günlerde kenetlenmeyeceğiz de ne zaman kenetleneceğiz.
Suriye, Libya, Mısır ve Doğu Akdeniz politikalarında adeta yalnızlığa itildik. Azerbaycan hariç tüm komşularımızla barışık değiliz. Keza Rusya, ABD ve AB ülkeleri de öyle...
İçerde ise Corona virüsü ile boğuşuyoruz.
Doğu Akdeniz de sıkıştık.
Hem Akdeniz de ve hem de Libya da bize karşı güçlü ittifaklar var.
İç siyasette ise gerginlik hâkim. Mecliste grubu bulunan 5 siyasi lider ülkenin menfaatleri doğrultusunda nedense bir araya gelemiyor. Gerginlik politikasının bize bir yararı yok.
Meclis, tatilde çalışmıyor...
Oysa Atatürk ağır muhalefete ve onlarca olumsuzluğa rağmen Büyük Taarruzu, Milli Mücadeleyi Meclis ile kazanmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk karşısındaki cepheleri azaltmış karşısında sadece Yunanlılar kalmış, onları da milletin azim ve kararıyla denize dökmüştür...
Türk Milleti kurtarıcısının etrafında birleşip, kenetlenerek önce Sakarya Meydan Muharebesi’ni sonra da Büyük Zaferi kazanmıştır.
Şimdilerde ise her tarafımız düşmanlarla çevrilmiş, ülke olarak büyük bir yalnızlığa itilmiş iken birtakım çevrelerin çıkıp Atatürk düşmanlığını tahrik ve teşvik etmesi de ne oluyor?
Atatürk’e ve silah arkadaşlarına karşı duyulan bu düşmanlık da neyin nesidir?
Şimdi kucaklaşma ve kenetlenme zamanıdır. Bunun vesilesi de Milli Bayramlarımızdır.
Milli bayramlar milletçe kutlanan, millî birlik ve beraberliğin pekiştirildiği günlerden oluşur.
Bu bayramları dini bayramlarla karıştırmamak gerekir çünkü bu günlerde milli birlik ve beraberliğin sürekli hatırlanarak devam ettirilmesi amaçlanır. Nedeni ise şöyle açıklanabilir, milli birliği olmayan bir devletin uzun süre varlığını devam ettiremeyeceği gerçeğidir.
Milli bayramlarımız, ulusça kutladığımız, birlik beraberliğimizi pekiştiren sevinçli günlerimizdir. Milli bayramlarımızı kutlarken atalarımızın kahramanlıklarını ve başarılarını anar, bize emanet ettikleri değerlerin önemini daha iyi kavrarız.
Milli bayramlarda evlerin balkonlarına bayraklar asılır; sınıflar süslenir; günün anlam ve önemini belirten programlar yapılır.
İngilizler Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği İstanbul’u işgal etmişti.
Atatürk, silah arkadaşları ve Türk Milleti’nin kahraman evlatları olmasaydı bugün Ayasofya ibadete açılıp, ezan okunur muydu? Keza diğer camilerimizde de...
Yine Yunanistan ile Ege ve Doğu Akdeniz’de sorunlar yaşadığımız şu günlerde, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen zihniyet acaba şimdi kimi destekleyecek? Türkiye’yi mi yoksa Yunanistan’ı mı? Bunu çok merak ediyorum...
ATATÜRK’Ü SEVMEYENLER, HAKARET EDENLER VE İFTİRA ATANLAR...
Dış düşmanlar bile Atatürk’ü takdir edip, saygı ve sevgi gösterirken, ülkemizde Atatürk ve silah arkadaşlarına sayıları az da olsa hala düşmanlık besleyenler var...
Atatürk, Türk Milleti ile kenetlenerek; 7 düvele karşı (İngilizleri, Fransızları, İtalyanları ve Yunanlıları) savaşmış onları memleketimizden kovalamış, mücadele etmiş ve galip gelmiş bir insandır.
Atatürk düşmanları ülkemizden kovarak, Peygamber Efendimizin “Müşrikleri İslam topraklarından çıkarın” emrini yerine getiren insandır.
Atatürk; kapitülasyonları kaldıran, Sevr Anlaşması’nı yırtıp atan, Türkiye'nin tapu senedi olan Lozan Anlaşması'nı Batılılara kabul ettiren bir insandır.
Atatürk, yüzde 7-8 seviyesindeki okur-yazar oranını yüzde 97'lere çıkaran insandır.
Atatürk malının tamamını Türk milletine bağışlamış bir insandır.
O Atatürk ki canını, malını ve hayatının tamamını ortaya koyan her şeyini bu ülke için ortaya koymuş ve genç sayılacak yaşta (57) bu dünyadan göç eden bir insandır. Mekanı cennet olsun...
Atatürk, devletin imkânlarını, hazinedeki malı, mülkü talan etmeyen insandır.
Atatürk, İnsanını, çiftçisini, köylüsünü düşünen insandır.
Atatürk, “Din vardır ve lazımdır. Din lüzumlu müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Herkes dinini, diyanetini ve imanını öğrenmek zorundadır. Orası da mekteplerdir.” (1923) Diyerek şimdiki imam hatip okullarının temelini atmış, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuş bir insandır.
Atatürk, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor:
“Türk, Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.” Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, nâsa (insanlara) hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
Atatürk, Bu gerekçeden yola çıkarak, maaşından bir miktar verip Kuranı Kerim’i Elmalılı Hamdi Yazır'a tefsir ettiren ve dağıttıran bir insandır.
Balıkesir Hutbesi: Atatürk’ün 7 Şubat 1923 Çarşamba günü öğle vakti, Balıkesir şehrindeki Zağnos Paşa Camii’nde okunan Mevlit’ten sonra minbere çıkarak yaptığı konuşma.
Atatürk hutbesinde Allah’ın birliğinden, şanının yüceliğinden ve İslam dininin son, buna bağlı olarak da kusursuz bir din olduğundan bahsetmiştir. Camilerin itaat ve ibadet ile birlikte din ve dünya için ne yapmak gerektiğini düşünmek için yapıldığını belirtmiştir.
Atatürk hutbeden sonra minberden aşağıya inmiş ve çeşitli kişiler tarafından sorulan yirmiyi aşkın sorunun cevaplarını vermiştir. Hutbelerin amacının halkı aydınlatmak ve uyarmak olduğunu söylemiş, hutbelerin tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olması gerektiğini belirtmiştir.
Atatürk’ün şimdiye kadar gün yüzüne çıkmayan notlarına göre:
* Güzel sesle okunan Kuran’ı dinlemeyi severmiş,
* Ramazan ayı ve kandil gecelerinde köşke saz ekibini sokmazmış,
* Çanakkale şehitleri için de özel mevlit okuturmuş..
Atatürk’e ait 19-14 Fihrist Numaralı Not Defteri’nde:
* 10 Mart’ta Hafıza Kur’an okuttum,
* 15 Mart’ta Hafıza okuttuk,
20 Mart’ta Hafız Kur’an okudu’ ifadeleri yer almaktadır.,
Atatürk’ün manevi hayatı hakkında öne çıkan konular...
‘Yasin okurum’
22 Mayıs 1926’da Bursa Türk Ocağı’nı ziyaret eden Atatürk’ün ağzından şöyle aktarılıyor:
Kuran’da çok büyük hikmetler ve düsturlar vardır. Hele Yasin Suresi’ne şahane yazılmıştır. Ben Kuran okumak istediğimde çok defa Yasin Suresi’ni okurum.
Kızına ezan okuttu...
Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda manevi kızlarından Nebile’ye sabah ezanı okutması Mithat Cemal Kuntay’ın anılarından şöyle aktarılıyor: Güneş doğarken çok müstesna bir hadise oldu.
Gazi’nin manevi kızlarından Nebile Hanım, Gazi’nin işaretiyle sandalyenin üstüne çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. Bir aralık baktım Nebile Hanım’ın ses damlalarına yaş damlaları karışıyordu. Gazi ağlıyordu!
O’nun İslâm geleneğinin aksine, bir kadına ezan okutması, bu konuda cinsiyet ayırımı yapmaması, Atatürk’ün alışılmışın dışında bir din yorumuna sahip olduğunun tipik işaretlerinden biriydi...
“Şarkı değil ki seçesin”
Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yaşanan ve Mahmut Baler’in ilginç anılarından
biri ise şöyle: “Atatürk, güzel sesle okunan Kuran dinlemeyi çok severdi.
Hafız’dan uşak makamında Kuran okumasını istedi.
Hafız Yaşar: “Hangi sureyi emredersiniz?”diye sordu.
Atatürk, “Ne istersen onu oku” dedi.
İmam okumaya başladı.
Atatürk, “Dur, Hicaz makamına geç” dedi.
Hafız birden bire hicaz makamına geçemedi. ‘Hıı...hıı’ diye makamı biraz aradıktan sonra buldu ve okumaya devam etti.
Sonra Atatürk bana:“Kuran okur musun?”diye sordu.
Okurum dedim.
Atatürk, “Buyurun, okuyun” dedi
Hafızamda olan bir sureyi okumaya başladım.
Biraz sonra bana da: “Hicaz makamına geçin” dedi. Musikiye olan alâkama dayanarak hiç duraklamadan hicaz makamına geçtim.
Atatürk Hafıza dönerek: “Bak buraya! İşte zekâ ile aptallığın mukayesesi! Sana Kuran oku dedim. Hangi sureyi istersiniz, diye sordun. Bu şarkı değil ki, beğendiğimizi okuyalım; Allah’ın kelamı...dedi.”
Atatürk, son nefesinde “Ve aleyküm selam” diyen insandır.
Elbette ki Atatürk'ü sevmezler, çünkü Atatürk asla Allah’ın haram dediği bir şeye “helal”, helal dediği bir şeye “haram” dememiş bir insandır.
Eğer Atatürk olmasaydı, bizim ibadetlerimizi yapmamız, namaz kılmamız ve ezan okumamız mümkün değildi.
Atatürk’ü sevmeyenler, O’na hakaret edenler, iftira atanlar, O’na dinsiz diyenler ve sosyal medyada O’na virüs diyenler bunları bilmiyorlar mı?
Atatürk’ü sevmeyebilirler, ama saygı göstermek zorundadırlar...
Bunlar hiç mi utanmaz, hiç mi yüzleri kızarmaz.
Unutmayalım ki: Atatürk’ü sevmeyenler, O’na hakaret edenler, O’na iftira atanlar, O’na dinsiz diyenler, O’na vatan haini diyenler, O’na virüs diyenler asla bizim memleketimizin sevenleri ve dostları olamazlar...
Bunlar kimlere hizmet ettiklerini, kimlerin tetikçisi olduklarını, ülkeyi nereye sürüklediklerini bilmiyorlar mı? Kimin nesli olduklarını ve nereye çektiklerini biliyorlar mı?
ATATÜRK’E DÜNYANIN HER YERİNDE SAYGI VE SEVGİ VAR...
“Yurtta Sulh Dünyada Sulh “ ilkesi ile dünyanın beğenisini kazanan Atatürk; Sıfırdan ülke yaratmak, toprakları genişletmek, iktidarda kalınan süre, askeri başarı, sosyal tasarım gücü, ekonomik başarı, devlet adamlığı, ideoloji ortaya koyma, ahlaken örnek olma, siyasi miras ve ülkenin nüfusu gibi konularda akıl almaz bir mucizenin mimarı olmuş, dünya çapında saygı duyulan ve takdir edilen bir lider olarak 20. Yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu gidişle 21. Yüzyıla da damga vuracaktır...
Atatürk kendi ülkesinde acımasızca eleştirilirken dünya ülkelerinde büyük bir saygıyla takdir ediliyor ve seviliyor.
1910-1933 yılları arasında dönem dönem Yunanistan’da başbakanlık yapan, Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye ile savaşan, Cumhuriyetin ilk yıllarında ise Türkiye ile iyi ilişkiler kurmuş ve Atatürk’ü ziyaret etmiş olan Yunan lideri Venizelos bile Atatürk’ün kahramanlığı ve zekâsına hayran kalmış, Balkan Paktı imzalanmadan kısa bir süre önce de, dünya siyasi tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, Balkan Paktı’nın gerçek kurucusu olduğuna inandığı, eski düşmanı Atatürk’ü 12 Ocak 1934’te Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
Atatürk’ün aziz hatırasının bulunduğu dünya şehirleri...
Türkiye’deki heykelleri taşlanıp ve hatta baltayla kırılırken, bugün dünyanın neredeyse hemen her yerinde Atatürk meydanları, heykelleri, anıtları var...
Yalnızca ülkemiz için değil tüm dünya ülkeleri için de çok özel bir yere sahip olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ülkemizde olduğu gibi dünya ülkelerinde de saygı ve sevgi seli artarak devam ediyor...
Cumhuriyetimizin kurucusu olan liderin adını ülkemizin her şehrinde, caddesinde, meydanında ya da parkında rastlıyoruz elbette; ancak Ulu Önder’in isminin verildiği bu meydanlar hatta anıtlar, aslında dünyanın pek çok yerinde bulunuyor.
İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün adı ya da heykelinin bulunduğu o ülkeler; Washington – ABD, Mexico City-Meksika, Havana – Küba, Santiago – Şili, Bakü – Azerbaycan, Bişkek – Kırgızistan, Wakayama – Japonya, Yeni Delhi – Hindistan, Budapeşte – Macaristan, Astana – Kazakistan, Albany – Avustralya, Bükreş – Romanya, Amsterdam – Hollanda, Dakka – Bangladeş, Karlsbad – Çekya, Kabil – Afganistan, Sidney – Avustralya, Aşkabat – Türkmenistan, Wroclaw – Polonya, Vise – Belçika, Lima – Peru, Santo Domingo – Dominik Cumhuriyeti, Wellington – Yeni Zelanda, Roma – İtalya, Rotterdam – Hollanda, Üsküp – Makedonya, Yehud – İsrail...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Cumhuriyetin ve Devletin temsilcisi ve sahibi Türk milletidir...
Bu vesile ile 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutluyor, bu topraklarda ay yıldızlı al bayrağımız altında özgürce yaşamamızı kanları ve canları pahasına sağlayan başta Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarını, kahraman gazilerimizi ve şehitlerimizi hürmet, minnet ve şükranla anıyorum...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.