Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Malazgirt: Ümmetin zaferi!

 

 

 

 

Gözlerini ovaya çiviledin; uzun uzun… Belki son sabahın olacak; belki hiç bitmeyecek bir şafak bestesi… “Ömür! Ne de kısaymış!” deyiverdin. Yurdunu yuvasını terk edenon binler, etrafında etten duvar örmüşler; bir vücudun azaları olmuşlardı.

“Essalatü hayrun minen nevm” ovaya dalga dalga yayılıyor; Fırat’ın ve Dicle’nin çocukları saf tutuyordu.

En önde sen; sağında Kürt Muzuri’nin, solunda Türk Yesevi’nin yiğitleri; arkanda derya gibi akıp giden kırk bin aşk ve dava eri… Nasr okunuyor; maverada melekler, ilahi koroya eşlik ediyordu.

Buhara’dan kopup gelen çekik gözlüyle… toprağın rengine boyanmış, Zaho’dan sancağa koşan Hanzele soylular… rahmet sağanağında yıkanmaya gelmişlerdi, bereket sabahında…

En duru haliyle Kutsal Mesaj’a ram olalı nice asırlar geçmiş; her tecrübe, gönül iklimine meltem oluvermişti. Sen de ecdadından aldığın adalet bayrağını burçlara dikmiş…

“Öldürmek istediğiniz, kuduz bir köpek olsa bile işkence etmeyiniz!” düsturunu Alemlere Rahmet Olarak Gönderilen’den almış; atının değdiği yer, Vareden’in Adıyla emanetine girmişti.

Evin toprak, libasın kefenin; sen de Selahaddin’e teslim edeceğin sancağı, küfrün kalbine saplayacağın o anı gözlerken, kim bilir neler düşündün, neler?

Karşında zulmün elebaşları; Frenk, Slav, Rum, Ermeni, Alman, İtalyan, Leh…. yine bir talandan geliyorlar; Sivas’ı, Erzurum’u yakıp yıkıp, taş üstünde taş komazken… seni de Isfahan’a gerisin geri yollamaya and içmiş, yüz binlerle Haçlı…

“Kimi Hindu; kimi yamyam; kimi bilmem ne bela / Hani, tauna da zuldür bu rezil istila!”

“Küfür tek millet!”ti ve sen de bu Kutlu Çağrı’ya davet etmiştin İbrahim soyluları. Kimi Dohuk’tan, kimi Taif’ten…

“Zulüm ile abad olunmaz”dı… ve vakit tamamdı. Elbet hesabı görülecekti; aç arslanlara parçalatılan mü’minlerin… “İnsan değil bunlar; düpedüz cadı!” denerek Paris meydanında yakılan Çingene’nin…

Toprağı gaspedilen İskoçyalının… Teslis’i reddettiği için başı gövdesinden ayrılan Sümeyyelerin… ahı yerde kalmayacak; Güney’in çocukları, Kuzey’in mazlumlarına nefes olacak; “Zulüm ne yandan gelirse gelsin!” tar u mar edecekti.

Açe’de, Rabat’ta, Sevilla’da, Taşkent’te, Uygur’da, Hartum’da, Kerbela’da, Diyarbakır’da… eller senin zaferin için kalkıyor; senin yanında olamamanın vicdan azabını çekenler, “Bir zırh olsun, göndereyim!” diyerek, ezik ve mahcup, billurdan göz yaşlarını sana yolluyorlardı.

“Nice az topluluklar vardır ki, çok topluluklara galip geldiler!” bir kez daha hakikat olacak mıydı? “Zafer kesin!” zannıyla, katar katar şarap yüklü atlarını geride tutan çağın Nemrut’u, nereden bilecekti, şarap lağımında boğulacağını!...

Günün birinde bir senarist çıkar mıydı? Macarca, Çekçe, Fince, Rusça, Yunanca… nara atıp gayyaya yuvarlanan kiralık katillerle….

Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça… yakarışlarla Firdevs’e uçan alp yiğitlerin iklimler aşıp gelen nur halkalarını… bir sahnede gözler önüne serip, zaman ve mekan perdesini aralayan “yedinci sanat”ını beyaz perdede konuşturan!

An olur; beyaz atınla, beyaz elbisenle, beyaz bir mektup bırakırsın; ak gönüllerden Akıncı yüreklere akarak, akın akın… Asırlardan asırlara… Kırk binlik orduna, uçsuz ovada Cuma kıldırmış; birazdan dünyayı terk edecek birinin haykırışıyla:

“Askerlerim! Yiğitlerim! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım.

Bugün burada Allah’tan başka bir sultan yoktur. Biz ne kadar az olursak olalım, düşman ne kadar çok olursa olsun, bütün müslümanların, zaferimiz için dua ettikleri şu anda, kendimi düşman üzerine atacağım.

Ya zafer kazanırız, ya şehit olarak cennete gideriz. İsteyen benimle gelsin, isteyen geri dönsün.”

“ Ey askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir.”

“Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” demiştin de bir tek fert ayrılmamıştı, mertlik kafilesinden.

Ortada ve en önde sen, cansiperane çarpışıyordun, namerte karşı. Komutandan ter akmayınca, askerden kan akar mıydı? Feda ettin kendini, tehlikeyi bertaraf ettin; sonra senden gelen bir sarma, bir dalmayla… bir bozgun, bir utanç kaldı, satılık beyinlere…

İşgale gelenler, yürek fethini gördüler; mahcup, ama adam gibi adamlarla savaşmanın gururuyla…

Ulaklar, zaferini okyanus ötelerine duyuruyor… Lahor çarşısında, Hindukuş zirvelerinde, Sibirya steplerinde, Kinşasa çöllerinde, Larnaka sahillerinde, Bilal’in ülkesinde, Sieera Leone’de… sokaklar “Hak geldi, batıl yok oldu!” şuuruyla coşuyor; bin yıllık Konstantin iktidarı yer ile yeksan oluyordu.

Kuzeye yöneliş seninle doruğa çıkmış; kıskaç daralmıştı. Senin davan ne ırk, ne toprak, ne de şöhretti. Eğer öyle olsaydı, beşte bir kuvvetinle, “görünmez kuvvetler” imdadına koşar mıydı?

“Ayrılıkta gazap, birlikte rahmet vardır!” şuuruyla, ayrıştıracak alt kimliklerinden sıyrılmış; kavmiyetçilikten haya etmiştin.

Seninle başlayan zulme karşı direniş muştusu, Anadolu’yu cahiliye enkazından kurtarmış; Trabzon, Çanakkale, Diyarbakır üçgeninde ırklar üstü bir medeniyetin tohumları atılmış…

Söğüt ruhu, sınır tanımamış; Avrupa illerini imar edip, Boşnak, Pomak , Arnavut gönüllere deva olmuştu.

Mohaç’ta sönen medeniyet meşalesini yakacak er, kim bilir hangi coğrafyadan atını sürmekteydi?

 

Bu yazı toplam 3610 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum