Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Erbakan’ı kazanmak!



Çocuk yüreğin dev bir ormanı andırıyordu.

“Kurtaracağım seni ey dünya, seni saran -izmlerden, totem kılıklı -istlerden… Yeniden buluşacaksın, Alemlerin Efendisi’yle. Başına ne geldiyse zulüm adına, Yaradan’ın Sağlam İpi’ni bırakmaktan…

‘Temel eser’ niyetine, bir faninin hayatını ‘yaşam biçimi(!)’ sunmaktan, kula kulluktan… Sonra ey dünya! Düreceğim defterini, doğu’nun ve batı’nın, kuzey’in ve güney’in sultasının…

Nefesini izleyeceğim, sonra basacağım ensesine, bulanık hava avcılarının.”

Kararlıydın, ceddinden öğrenmiştin, “İman varsa imkan vardır!” Sıvadın kollarını. Niyet ettin, Direniş’in Manevi Mimarı’nın önünde.


Zaman yetmiyor, akrep ile yelkovan bir kelebeğin kanadında uçup gidiyordu. Ömür kısa, yol uzun, iş yoğundu…

Vahiy, “Gücümüzden fazlasını yükleme Allah’ım!” ile hem öğretiyordu dua etmeyi, hem ‘gücünüzün neye yettiğini bilemezsiniz, siz takatiniz tükenene kadar cehdedin’i aşılıyordu.

Işık Güney’den gelmiş, Sibirya’yı ısıtmıştı, Ömer’in eliyle. İspanya’yı Endülüs yapan, Kudüs’ü yıkılmaz sanılan Şarl(!)’dan koparan, Istanbul’u Müjde’nin başkentine çeviren ruh işte buydu.

Sen okudun, ama okuyuşun ‘dostlar alışverişte görsün’ haftalık çay sohbetlerinden farklıydı. Periyodik değildi, aşkın bir zamandı yaşadığın. Unutmak için asla, harekete geçmek içindi. Okumak soylu bir eylemdi.

Görev istemedin, uzaklara gittin bilakis. Alplerin eteğinden aldı getirdi, Zahid Sultan. Avucun avucunda. Ulemanın kararıydı, binlerce er içinden sen seçilmiştin.

Tüsiad baronu’na karşı Ostim’i, İkitelli’yi, Çıkrıkçılar’ı, Rüzgarlı’yı savundun. Anadolu’yu savundun, Bizans’a karşı.

Vuruşa vuruşa çekildin, Odalar ve Borsalar Birliği’nden. Fiyonklu sıra arkadaşın, sevmedi seni hiçbir zaman, hazzetmedi, bir kaşık suda boğmak istedi.

Başarın küplere bindirdi. Konya sana 3 vekilin reyini verdi.

Yandaş medya fotomontaja sarıldı, asparagas üretti. “Gittiği her yerde camiye giriyor!” dediler. Namaz beş vakitti, bilmezlerdi.

“Gösteriş olmasın diye Cuma’yı bile evde kılan” İsmet’in çocuklarıydı, ne de olsa. Boşuna değildi, bir birikimin eseriydi, “Geldi İsmet, çekildi kısmet!”

“Kıbrıs’ın tamamını…” dedikçe, “Bunu dünyaya nasıl izah ederiz!”le kaçacak delik arayan Eco ile açıldı aran. “İmamlar da kadro alıyor, vay halimize…” “Patır patır meslek okulları açılıyor, ne oldu Enstitü’müze…”

Ecele faydası yoktu, korkunun. 5 Eylül 80’de, Erkmen’i, “Siyonistle işbirliği yapıyor!” diye Hariciye koltuğundan edişin var ya fena dokundu onlara… 24’ün fendi 376’yı yenmişti.

Yeniden kurulmuştu, Konya-Kudüs hattı.

Okyanus’un ötesinden Kartır’lanan pırpırlı, ihtilal borusunu öttürdü bir sabah. Seni alıp götürdüler, 2 metrelik koğuşa. Gelip gidene soruyordun. “Teşkilat ne durumda, Milli Gazete’nin tirajı kaç…?”

Manevi Mimarın Kotku Hoca’nın şehadetini öğrendin, pilli siyah radyodan. Yeltendin çıkmak için. Ne mümkündü, istibdadın prangası takılıydı, hücrenin her yerinde…

Derlenip toparlandı sevenlerin. 83’ün Güz’ünde Kongre’ye mesajın ulaştı, yüz binler haykırdı, sen bütün kalbinle oradaydın. Lider çalışan adamdı, yorulan, ter akıtan, gözyaşı pınar olan, azimle yürüyendi. Oysa herkes genel başkan olabilirdi.

Seçim kazanmak olsaydı amacın, % 4’leri, 7’leri gördüğünde “Benden bu kadar!” derdin genel başkanlar gibi. Oysa sen liderdin. Gayret senden, başarı O’ndandı.

“Okyanusta bir damla”ydı, kapatmalar, engeller. Dünyeviydi nihayet. Aslolan sabır, sebat, gayret.

4 dış, 2 iç darbe sarstı seni. Sendeledin, lakin yıkılmadın. Gidenlerin önüne iyi niyet taşları örmüşlerdi.

“Tamam, iyi hoş da 2 ile giden hareketten ne çıkar? Hocamız yine hocamız. Lakin biz bu yolu bırakmalıyız. Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ına benzer sentezlerimiz olmalı. Müslüman Sol, Erdemli İttifak…”

Tebliğ bu değildi. Hayatında farzdan eser kalmamış, hatasıyla yüzleşmemiş insana ancak yardım edilirdi. Göreve çağrılmaz, bir gadre uğramışsa, ‘Halik’a ta’zim, mahluka şefkat’ evrensel prensibiyle elinden tutulurdu.

“Tut elimden, beraber kuralım ülkeyi!” dersen Hak dava nerde kalır, sen nerde kalırdın? Kutlu Devir’de Ebubekir, Ömer, Osman, Ali vardı, Şanlı Önder’in yanıbaşında. Komutan senden olmalıydı, asker de…

Diğeriyle ancak saldırmazlık yapılabilirdi, Vahyi kabullenmemiş olanla… Yoksa, ‘yardımcımsın’ denmezdi, yarın işbaşına geçtiğinde ‘diktasını’ kurarsa nasıl engel olunabilirdi?

Yardım alınmaz, yardım edilirdi. Kanuni’nin Fransa’ya yaptığının benzeri.

………………….

Seni seven milyonlar, “Keşke daha fazla çalışsaydık da yeni bir zaferle taçlandırsaydık davayı!” hayıflanmasıyla oradaydı.

Ayrılığa düşenler, “Bir bizim halimize bak, bir de mahşeri cemaate! Şimdi renksiz, tatsız, tuzsuz, şekilsiz, biçimsiz, fikirsiz, ahenksiz bir ucubeye döndük!” diyorlar.

Yaktığın meşale her ferdin ısınacağı bir ocağa çağırıyor. Tarık’ın gemileri yaktığı Atlas Okyanusu’na, Selahaddin’in ordusuna, Osman Bey’in çadırına, Fatih’in sancağına, Abdülhamid’in otağına…

Istanbul’da milyonlar, yeryüzünde milyarlar senin arkandan yürüdüler. “Mücahit… Mücahit…” bir şahitlikti. “İşte ordu işte komutan!” sarsılmaz bir komuttu, safını belirleyen.

Hayatın kadar naaşın da özgürleştirdi ruhları. Halk yürüyüşü, Cunta’ya inat; İstanbul, 31 Mart’a rövanş.

Grup kararına uyup gelemeyen vefasız, söyleyecek sözü olmayan sedasız, şimdi bir ömürlük utancı yaşayacak.

Ahmed Yasin, Rantisi, Ali İzzet, Ahmet Mesud yolunu gözlüyorlar. Bir Kutlu Kervan’a kavuşasın diye.

Yolun yolumuz. Bizi duymayacaksın. Ama biz, sen aramızdaymışsın gibi yadedeceğiz hatıranı.

Güzel adam, “Şimdi hedef Roma!”
 

Bu yazı toplam 2397 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.