Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Çubukta Ezana Yürüyen Saatler

Sese uyandı; değme sanatkarlara taş çıkartan müezzin, Yaradan ne verdiyse esirgemiyor; “Avazeyi şu aleme Davud gibi sal; baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!” beytini, ruhlara bir kez daha kazıyordu.

 

Ezan, bir çağrıydı; yeryüzü kayıtsız kalamaz; ezansız, saniye geçmezdi.

 

Bilal, Habeşli bir köle iken, vahyin çağrısına kulak vermiş; prangalarını kırmış; Kutlu Ev"de “insan” muamelesi görmüş, Resul'ün ilk müezzini bile olmuştu.

 

Afrika'da, Asya'da, Amerika'da; üç okyanus, altı kıta, yedi denizde; alnı siyah, yüreği ak olanlar; “Bilal gibi yaşasın!” diye “Bilal”de rekora koşuyorlar.

 

İlk günün heyecanıyla; Fas'tan Endonezya'ya, “yeryüzü korosu”na “Bilal yürekler” katılıyor; “kurtuluş kervanı”na “özgürlük tutkunları” gönül veriyordu.

 

Çocuktu; ezan için minareye yönelmesiyle, bastonlu adamın kovalaması bir oldu. Kovulan, çocuk kalbiydi; bir daha da doğrulmazdı. Önce camisini, sonra niyetini değiştirdi. Yıllar var ki kapısını açmadı.

 

Vebali boynuna!

 

Büyüdü; yıldızı yeniden barıştı; geçen yılların acısıyla, çıkmadık minare bırakmamaya kararlıydı.

 

Sivas'ın Meydan Cami'siyle Ali Paşa'nın müezzinleri, sırayla okurlar; çarşıda hayat durur;

 

“gönül teli ustaları”nın ”Yüreğinin götürdüğü yere git!” çağrısı, bulvarlardan varoşlara yankısını bulurdu. Caddeler dolar; şehir, secdeye doyardı.

 

Seksen sekiz'in Nisan'ı… Istanbul Fatih… Fetih Yurdu'nun kapısında…

 

Metin'in, “gün olur ki mertliğinin bir kahpe hınca uğradığı” kan kırmızı taşlara basarak, üçüncü kez geldiği Haliç tarafındaki kapıya, bir kez daha vurdu.

 

Rahmet, hız kesmeden yağıyor; “gemileri yakan adam”ın elindeki bavul, daha da ağırlaşıyordu.

 

Fındıkzade'deki evine, bir daha dönmemecesine veda etmiş, “ne zulmediniz; ne de zulme uğrayınız”ın pratiğini yaşamıştı.

 

Görevli, bir ona, bir de elindekine baktı: “Gel bakalım!”

 

Fatih'in, Akşemseddin'in terbiyesinden geçtiği mekan, beş yüz yıllık kutlu mirası, iliklerine kadar teneffüs ediyordu.

 

İslam coğrafyasından “düşünen beyinler” orada cem olmuş; dünya, bir binanın içine sığacak kadar küçülmüştü.

 

Fatih"in müezzini, yanı başındaki yirmi bir yaşında iki yiğide; Metin'e ve Mehmet"e, doyumsuz bir haz yaşatıyor;

 

“Allah, resul aşkıyla; yandım, bittim, kül oldum; öyle küçüldüm ki, sonunda “herkül” oldum!” Eyüp sırtlarından koroya ses katıyor,

 

Tek Parti'nin hazımsızlığını daha da iyi anlıyordu; “Ezan ana dilde okunsun!” diyenler, yine saflarda yoktu; maksat üzüm yemek değildi!

 

Şairler Sultanı'nın Eyüp'teki kabrinin ayak ucuna oturmuş; “Sağken seni görmek nasip olmadı; hizmetin büyük!” diyerek hakkını teslim etmiş;

 

Aborjinler'e ezan okuyan, Avustralya ormanında saf tutan “Yüzyılın Yesevisi”ne, “üç elhem bir fatiha” okuyup;

 

Kağıthane sırtlarına, gemilerin karadan yürütüldüğü “mucizeler semti”ne, nemli gözlerle bakıvermişti.

 

Renkler, diller, kültürler boyun eğmiş; ortak sese kulak vermişti.

 

Dünyevi kurumlar, insanları böldükçe bölmüş; partiler, sendikalar, dernekler, izm'ler… “kula kulluğu” dikte etmişti.

 

Bunalımdan rant umanlar “şeytanın avukatlığı”nı üstleniyorlar; “ortak çağrı” “Allah"ın ipi”ne davet ediyor;

 

Her yerde bölünen, ezanda hayat buluyordu.

 

Hala şoktaydı;

 

Çubuk'ta, bugün, ikindi ezanını kim okumuştu?

Bu yazı toplam 2890 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.