Ben Kimim ve Nelere İnanıyorum
Aşağıda Avrupa İslam Üniversitesinde doktora yapan değerli bir kardeşimiz olan Celalettin Sipahioğlu'nun yazısını istifadenize sunuyorum.
Ben Kimim ve Nelere İnanıyorum
Her sabah işe gitmek üzere beynimin hücrelerine yerleştirilmiş bir mikro çip mi taşıyorum acaba?
Kapitalizmin dayattığı iş anlayışı o kadar beynimin hücrelerine yerleşmiş ki, işsiz bir günün, ya da dünyanın zihnimde tasavvur olarak dahi bulunmadığının farkına varıyorum.
İnsanın eliyle kazandığından daha güzelinin olmadığına inandım, lakin elimle o kadar çok şey kazanmam gerekiyor ki, kazandıklarımla mutlu olma ve Allaha kulluğumu gerçekleştirme konusunda ciddi sıkıntılarım var.
Ruh ve beden sağlığımı umursamayacak derecede çalışmak zorunda hissediyorum kendimi ve görüyorum ki kazanma duygularım kendime ayıracak kısıtlı zamanların dışında düşünme imkanlarımı dahi elimden alacak derecede zihnime yerleşmiş.
Doymayacak kadar büyük bir sanal midenin esiri olmuş durumdayım. Üzeri örtülemeyecek kadar büyük bir bedenin üzerini örtemeyecekmişim gibi bir hisle çabalama gereği duyuyorum. Asla barındırılamayacak kadar sınırsız, yere göğe sığamayacak kadar mekan beğenmez bir anlayışı, mekanlara sığdıramayacağım gibi bir hisse kapılıyorum. Oysa yer yüzüne ayak basmadan yaşadığım ana rahminin dar, fakat sıcak şefkat ortamındaki,sade ve bütün çıplaklığıyla yaşadığım hayatın bana verdiği yaşama zevkini, dünyada yapılmış ve geçici heveslere hitap eden eşyanın hiç birisinin veremeyeceği hakikatini biliyorum.Buna rağmen eşyalardan eşya beğenmekle, mekanlardan, mekan beğenmek için harcadığım vaktin kulluğuma yansıtılması halinde Rabbime doğru varabileceğim ilahi mesafenin farkında değilmiş gibi bir hayat sürüyorum.
Kanaat duygularımın önüne çekilmiş hırs perdesinin, ardından dünyaya bakarak, bana yetmeyecek zamanların içinden, asla tüketemeyeceğim kadar yiyeceklerin ve hiçbir zaman asla eskitemeyeceğim kadar giyeceklerin ve sonsuza dek bana ait olamayacak mülklerin ardından sınırsızca istifade edecekmişim gibi koşuyorum.
Bu duygular bana yetişemeyeceğim kadar işlerin peşinden koşmayı, asla sahibi olamayacağım kadar zamanların bana ait olmasını temenni ettiriyor. Keşke yaşadığım her bir günün saatlerini daha bir artırabilsem kabilinden, günün yetmediği, zamanın dar geldiği ifadeleri ağzımdan dökülüyor.
Kaybettiğim her şeyden sonra şeytanla birlikte oturup keşke şöyle yapsaydın teraneleri arasında, şöyle olsaydı şöyle, böyle olsaydı böyle olurdu diyorum. Oysa ellerimle yaptıklarımın sonucu olarak karşıma çıkan bu durumun artık geçmişte kalan kısmına asla müdahale edemeyeceğimi bildiğim halde, geçmiş hakkında öykünerek vaktimi vah, tühlerle geçirmenin bana bir fayda sağlamayacağına dair iman etmiştim.
Aslında kazanımlarımın verdiği haz duyguları sonucunda Rabbime verdiği nimetlere doğru orantılı olarak şükran duygularımı sonsuz bir biçimde yerine getirmek zorunda olduğumuzun farkında olmakla beraber, eyleme dönüştürülmeyen ve sadece dilimle ifade etmekle yetindiğim şükürlerin bana yeterli olmayacağının da farkındayım.Halbuki malın şükrü sadaka, bilginin şükrü tebliğ, bedenin şükrü Allah yolunda çaba göstermekledir. Bunu bilmeme rağmen kolay olan yolu seçiyorum ve karnımı tıka, basa doldurduktan sonra göbeğimi oğuşturarak Allaha şükretmekle yetiniyorum.Hatta bazen bu haldeyken Efendimizin günlerce aç bi ilaç karnına taş bağlayarak hendek kazışını anlatmam yok mu? İçinde bulunduğum çelişkiyi daha vahim bir duruma getiriyor.
Her bir hatalı davranışımdan sonra gerek Rabbime, gerekse hatalı davrandığım kişiye karşı pişmanlık belirtmenin bana sağlayacağı yararları bilmeme rağmen, şeytanın pohpohlamalarıyla ve nefsimin sonsuz savunma içgüdüsüyle; bana dayattığı kendimi haklı çıkarma tuzaklarına o kadar çok düşüyorum ki, her seferinde şeytanın kahkahaları arasında nefsimi biraz daha cilalamanın hüsranını yaşıyorum. Oysa yapılan hataya pişmanlık duymanın bir fazilet olduğunu Rabbimin bağışlanma dileyenleri affedeceğini o kadar çok kabul etmiştim ki, bunun birinci basamağının insanlara karşı yapılan hatalardan dolayı af dilemekten geçtiğini biliyordum. Buna rağmen nefs dediğimiz kişiliğimizin arzular ve şehvetler denilen bölümünü terbiye edememenin verdiği sıkıntıyı her daim yaşıyorum.
Modernizmin tuzakları, hayat labirenti denilen karmaşık bir yumak içine yerleştirilmiş, hep olacağını sandığım vehimlerimin peşinde koşuyorum.
Koskocaman sanal yalanları elma şekeri gibi gerçek misali yalayarak günlerimi geçiriyorum.
Her gün düşünce dünyama zorla sokulan ve her gün değişerek beni meşgul eden ve adına gündem denilen mavalları yutuyorum ve onları konuşmayı marifet sanıyorum. Oysa bunların hepsi insanlığa emperyal tuzaklar kuranların birer oyunundan ibaret. İşin aslına bakarsak bunu da biliyorum ama aynı tuzağa sıkça düşüyorum. Çünkü karşımdakiler bu oyunu o kadar gerçekçi oynayan figüranlar icat etmişler ki onların oyununa bakıyorum, onlarda bu yalancı dolmaları yutmuş görünüyorlar.
Etrafımda dönen yalanların içinden hoşuma gidecek nitelikte olan o kadar çok şey var ki, hepsi insan arzularını kamçılayacak nitelikte tasarlanmış. Zaman, zaman kendi gerçek gündemimle alakalı düşüncelerin peşinden gidebiliyorum ama, kişisel olarak etrafımda oluşturulmuş çemberi kırmanın ve kendi dünyamıza ait havayı solumanın güçlüğüyle de mücadele etmek zorunda kalıyorum.
Daha nice şeyleri sıralayarak bu satırları uzatmak ve depreşen dertlerimi sıralamak mümkün.Yapmam gereken şey bütün bu davranış bozukluklarından Beni kendisine kulluk ederek, başkalarına boyun eğme zulmünden kurtaran ve merhametiyle tecelli etmesini arzuladığım Erhamurrahiminin merhamet limanına dua gemisiyle yanaşmak.
Ey Beni Yaratan güzel Rabbim, senden güzelliklerini istiyor ve çirkin gördüğün şeylerin şerrinden sana sığınıyorum.
Senin boş dediğin, fakat bana gerekli gibi gösterilen şeylerin meşguliyetini benden uzak tut.
Hayatımı sana doğru yürüme konusunda başarılı kıl ve amellerle dopdolu bir güzelliğe eriştir.
Sana sığınıyorum ve sana kaçıyorum; bütün kötülüklerden, beni koru Ey Rabbim.
Sensin beni yaratan ve güzel işler yapmaya muvaffak kılan.