Çok Geç Olmadan-Bir Rüyanın Çağrıştırdıkları,

 

 
 
 
 
Her gün uykuda ikinci bir hayatı yaşayan biriyim. Gündüz ne kadar çok şey yaşarsam, sanırımki bir o kadar da gece yaşarım. Hani derler ya, rüyalar sabaha karşı görülür, ben  ise neredeyse her gün yatar yatmaz başlarım rüya görmeye. Sabaha karşı genellikle  gündem, iş-güç ile ilgili rüyalar görürüm, ve o günün eylem planını çıkarırım.
 
Zaman olmasa da, mekan komşum psiko-analistçi Sigmund Freud'un   rüyaların bilincaltında biriken olguların tezahürü olduğunu evimin hemen birkaç yüzmetre yukarısındaki Himmel Tepesinde 1895;de  keşfettiği söylenir.  Benim gördüklerim bu tezi doğrular nitelikte. Rüyalarımda çok abuk subuk şeyler görmem. O kadar garip ki rüyalarımı uyandıktan sonra hiç hatırlamam, Nadiren son gördüğümü hatırlarım. O da yataktan kalkmadan hafızamdan tekrarlarsam.Bazıları öylemi ya, rüyanın her detayını günler, hatta yıllar sonra anlatırlar. Şaşırır kalırım. Burada  bu sabah gördüğüm rüyayı paylaşağım sizinle.
 
Bugün biricik annemin, o kutsal şahsiyetin vefatının ikinci sene-i devriyesi. Uykuyu geç yatmanında tesiri ile biraz uzatmışım. Gün kuşluğa uzanırken rüyadayım ve annemin Atçayırı Yolu(Stad Caddesi)ndaki  eski kerpiçten yapılmış evindeyiz.  Duvar kalınlıgı nerede ise  altmış santimetereyi bulan  bu kerpiç evin tek camlı,  yüz otuza-yüz otuz penceresi annemin uzun yıllar dünyaya açılan tek kapısı idi. İşte bu pencerenin önündeki babamın  demirden yaptırdığı somyaya Tayyip Erdoğan bağdaş kurarak oturmuş. Rüyama Başbakan sıfatıyla girmiş. Sanırım 80'li yıllardayız. Saat sabahın onu gibi. Elinde  Kutsal Kitap var. Birlikte tefsir dersi yapıyoruz. Daha doğrusu o yapıyor, biz dinliyoruz. Biz mi?  Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan ve ben. Peçetenin üzerine mavi kalem ile “ fanusera” yazıyor. Başlıyor bu kavramı anlatmaya(ne anlattığını hatırlamıyorum). Gözü birden,  Çubuktaki evimizde olmayan, ama sanırım köydeki evimizde bulunan iç duvara gömülmüş bölmedeki vazoya takılıyor. Vazoyu gösteriyor “mikdat” diyor işte böyle bir kavramdır. Hasan Doğan vazoyu alıp Başbakan'a veriyor. Vazo bir birine karıştırılmadan renkli  ve değerli küçük elmas büyüklüğünde taşlarla doldurulmuş. Eline alıyor “ Bunu diyor sizin ...   (Belediye) Başkan'ınız var ya adı ne idi? İşte  o hediye etti” diyor.
 
Biz ders yaparken  dışarıda hummalı bir çalışma var. Ağaçlar yeni yapraklanmış iken Kel Hasanın bahçesi dediğimiz bahçede, önce armut, sonra da devasa bir ceviz agacı,  benzinli testere ile kesiliyor. Bir süre sonra Kınacıların bahçe dediğimiz yerde temizleniyor. (Bu iki bahçe  şimdiki Atçayırı cami  ile Anadolu İmam Hatip ve Endüstri Meslek  Lisesini arasındaki alanda bulunurdu) Evin önü kelaynak gibi kalıyor. Karşı mahalleye kadar hiçbir şey kalmıyor. Annemin penceresinden karşı tepeyi rahatça görebiliyoruz. Başbakan'a gözlerimle sitem ediyorum. O da, ben de sessizce ve etkisizce bakıyoruz. 
 
Rüya kapıda bekleyen, şişmanca bir hanım komşumuzun merakını gidermek için annemin elinden pırtarak “bir ihtiyacınız var mı” diye  odaya girmesi ile bitiyor.... Uyanıyorum.
 
İşte yeşilliği ile meşhur bir Anadolu kasabasının bahçeleri Başbakan'ın gözü önünde böyle yok ediliyor.
 
Şuayp Yaman'ın Çubuk ile ilgili son yazısı gayet dokunaklı, anlamlı. Belki bu yazıdan etkilendim. Çubuk'un  kimliğinden, güzelliklerinden nasıl koparıldığını sitemkar bir uslupla kağıda dökmüş. Ben de rüyamla, düşüncelerimle bu derin siteme  canı gönülden katılıyorum.
 
Daha önce de yazmıştım. Gittiğim, gezdiğim her yerin ilk baktığım altyapısı, geçmişten korunarak gelen değerleri ; sokakları, yolları, binaları, kiliseleri, parkları. Gördüğüm her yeri memleketimle, her şehri Ankara'yla, Çubuk'la, Pursaklar'la Kalecik'le kıyaslarım ve her defasında derin  bir iç çekerim.   Son bir ayda  Avusturya'da  gördüğüm göl evleri projesini Çubuk'a,  Dinkelsbühl (Almanya) surlarını Kalecik'e uyarlarım. Ankara'nın neden Krakow kadar düzenli  bir merkezinin olmadığına yanarım.İtalya'nın ortaçağdan kalma küçük şehri Fano'nun taş döşeli sokaklarında yürürken, Çubuk'un  taş yollarının seksenli yıllarda nasıl hoyratça asfaltla kapatıldığı bir kez daha hatırlarım.
 
 Her bahar gelinciklerini topladığım Kel Hasanın bahçesinin ve bunun gibi yüzlercesinin nasıl vahşice yok edildiğini, tarım alanlarının nasıl çorak, boz  betona dönüştürüldüğü geldi aklıma. Şehirlerimizi batıya göre yüzlerce yüz yıl sonra inşa etmemize rağmen, ne kadar gayri insani ihtiyaçlardan uzak  imar ettiğimizi düşündüm.  Greko-Romen medeniyetinin  haşarı çocuğu olmasına rağmen buralarda kapitalizmin dünyaya bizim son yüzyılda taklit ettiğimiz  yönetimden daha  namuslu    yaklaştığını gördüm. Utandım halkım adına.  Utandım İslam  adına.Utandım  Allah adına.  
 
Kurtarılacak daha çok şey var. Başbakanımız  rüyamda sessizdi. Biz sesimizi ona, diğer yetkililere duyurabilirsek; insan olduğumuzu, insanın eşref-i mahlukat olduğunu  ve arzın da insana Allah'tan  emanet olduğunu hatırlarsak; hatırlatırsak birilerine, kurtarabiliriz  geride kalan değerlerimizi; son kalan yeşilimizi, dağımızı, suyumuzu; ve de onurumuzu.
 
NOT: Bu yazıyı kaleme aldıktan sonra yukarıda bahsi  geçen yerel yazıya,  bir anlamda ulusal şerhiye olarak  destek veren  Sayın  Mümtazer Türköne'ye Çubuklular adına teşekkür ediyor; başta yetkililer olmak üzere tüm duyarlı  Çubuk  halkını Aktepe'de yapılmak istenen taş ocağı projesine her türlü hukuki ve de demokratik platformları kullanarak itirazlarını yükseltmeye davet ediyorum 
 
 
 

Bu yazı toplam 3459 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.