ŞEVKET TANDOĞAN
TABULAR YIKILIYOR
Gerçekler bir şekilde saklansa, gizlenip üstü örtülse, ya da çarpıtılarak ters anlatılsa da günün birinde mutlaka tüm berraklığıyla ortaya çıkar. İmam-ı Gazâlî’nin ifadesiyle: “Hakikat zincire vurulup, denizin dibine atılsa, gün gelir zincir halkaları paslanır çürür. Hakikat ilk günkü tazeliğiyle suyun yüzüne çıkar.”
Nitekim yıllar süren dezenformasyon sonucu; resmî tarih yoluyla ve yasal dayanaklarla, körpe dimağlar yanıltılmış, uyuşturulmuş ve geçmişinden koparılmış iken, artık hamdolsun muhteşem bir uyanış ve şuurlanma görüyoruz.
Aynen, soğuk kış günlerinden sonra, ilkbaharla birlikte güneş ışınlarıyla eriyen kar ve buzların yerinde, yemyeşil bahar örtüsü içinde rengârenk güller, çiçekler açtığı gibi: Artık kafalardaki prangalar çözülüyor, tabular yıkılıyor, gerçekler meydana çıkıyor.
Ben tarihçi değilim. Ancak normal düzeyde tarih bilgisine sahip her kes, arşiv belgelerine ve yerli-yabancı namuslu tarih kitaplarına baktığında şu gerçeği rahatlıkla görebilir; Osmanlının çöküş ve yıkılış döneminden itibaren, son bir asırlık yakın tarihimizde, nice gaflet, ihanet, cinayet, zulüm, işkence, süi-kast ve komplolar vuku bulmuştur.
Süper güç olarak, asırlarca dünyada hükümran olmuş Osmanlı imparatorluğunu, silah gücüyle yenemeyeceklerini anlayan iç ve dış düşmanlar; sinsi entrika ve tuzaklarla, adeta arslan’ı morfinle uyutup bağlayarak, kafese koymayı başarmışlardır.
Rehavet, cehalet ve atalet içindeki imparatorluğu ayağa kaldırmaya çalışan ve tam 33 yıl ülkeyi dirayetle yöneten, asrının siyasi dehası Sultan 2.Abdülhamit Han’a karşı, İttihat ve Terakkicilerin, Siyonistlerin ve benzeri fitne odaklarının Hürriyet, Adalet, eşitlik teraneleriyle komplolar düzenlediklerini ve KIZIL SULTAN diye yaftaladıklarını artık gençlerimiz de biliyor.
Son Halîfe Sultan Vahidettin; işgal altındaki İstanbul’da yapacak fazla bir şey kalmadığını görerek, kurtuluş mücadelesini Anadolu’dan başlatması için, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Bandırma vapuruyla Samsun’a gönderen vatanperver bir zat olduğu halde, yurdundan sürgüne gönderilmiş, sonra da (gizlice kaçtı denilerek) vatan hâini ilan edilmiştir.
Canından aziz bildikleri ülkelerinden kovularak, yad ellerde vatan hasreti içinde, sıkıntılarla yaşamış ve yaşayan, ölmüş ya da hayattaki tüm Osmanlı ailesinden binlerce kez özür diliyoruz. Vefat edenlere Allah’tan rahmet, yaşayanlara uzun ömürler dilerim.
Ünlü Tarihçi Yılmaz Öztuna B.TÜRKİYE TARİHİ (8/279) adlı kitabında,15 Mayıs 1919 da Sultan Vahidettin’le yaptığı son görüşmeyi Atatürk şöyle anlatmıştır;
-“Yıldız sarayının ufak bir salonunda Vahidettin’le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan pencerelerinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazî hatlar üzerinde düşman zırhlıları, bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş…Vahidettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: (Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi tarihe geçmiştir. Bunları unut. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa devleti kurtarabilirsin!)”
Atatürk devamla, -“Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Merak buyurmayınız efendim dedim; Nokta-i nazar-ı şâhânenizi anladım. İrade-i seniyye olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınız bir an unutmayacağım.”
-“Muvaffak ol!!!” hitab-ı şâhânesine mazhar olduktan sonra huzurdan çıktım.”
Yukarıda belirtilen gerçek tarihten bir demet alıntı, idrak sahiplerine çok şey ifade eder.
Yakın tarihimizde din ve dindarlara karşı da pek çok haksızlık ve baskı olmuştur. Kanaat önderleri şeyhler, müderrisler ve Kur’an öğreticileri sindirilmiş, hapsedilmiş, işkenceye uğramış ve hatta pek çoğu idam edilmiştir. Örneğin İskilipli Atıf hoca şapka giyilmesi hk.kanun çıkmadan önce, 1924 yılında yazdığı (FRENK MUKALLİTLİĞİ VE ŞAPKA) adlı risalesi bahane edilerek, istiklal mahkemesince idama mahkûm edilmiştir.
O karanlık dönemde pek çok cami depo, samanlık ya da ahır haline getirilmiş, bakımsızlıktan harabeye dönmüş, namaz kıldıracak, cenaze yıkayacak hoca bulunamaz olmuştur.
İşte o acı ve garip günleri bizzat yaşarak tasvir eden şâir Rıza Tevfik, İstanbul Mihrimah Sultan Camii için şu şiiri kaleme almıştır:
HARÂB MA’BED
Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,-Etrafını bütün dikenler almış;
Ulu mihrabında yazılar gördüm,-Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?
Batan güneşlerin ölgün nigâhı,-Karartıp bırakmış o kıblegâhı;
Mazlum bir ümmetin bahtı siyahı-Viran kubbesine gölgeler salmış.
İslâmın bahtiyar bir zamanında,-Âb-ı hayat varmış şadırvanında,
Şimdi harâb olan sâyebânında,-Dem çeken kuşların ömrü azalmış.
Âyât-ı hikmet var kitâbesinde,-Bir ders-i ibret var hitâbesinde;
Bağ-ı Cennet olan harâbesinde,-Tekbir sadâları artık bunalmış.
Hey RIZA secdeye baş koy da inle!- Taşlar dile gelsin senin derdinle!
Efsane söyleyim; ağla,hem dinle,-O şerefli mâzi meğer masalmış…
HÜDÂYA EMANET OLUN…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.