Yenilgi Yenilgi Büyüyen Zafer!

Tarık Sezai Karatepe

 

Devletin pırpırlısı Kavalalı; Sina"yı, Beyrut"u, Antakya"yı, Kütahya"yı ezip geçmiş, dünyanın kalbine ilerlerken; Firari de Çanakkale"den filoyu salmış;

Kremlin"e,  “Bu iki adamı durdurun!” ricası altın tepsi içinde sunulmuş; doğunun haçlısı payitahta sokulmuş; Açe"den Rabat"a…  yüz milyonların onuru kırılmıştı.

 Nasıl olur da, üç kıtaya, beş denize hükmeden cihanşumul hareketin başı, valisine mağlup olur; ezeli düşmanı ininden çıkarıp bağrına sokar; bindiği dalı keserdi?

“Gavur Padişah” adını, yoksa buradan mı alıyordu?

“Tanzimat“ diye diye “ölüp ölüp dirilen” güruh, Anadolu"ya sırtını dönerken;  Avrupa"nın "derin"lerine şükran borcunu fazlasıyla ödüyordu. Ömründe bir kez eline tüfek almadan paşalık(!) nasıl bir şeydi? Daha “reşit” bile değilken “ziya”sını kapmış, var gücüyle toplum mühendisliğine soyunmuştu; kapıkulu olmaya namzetti artık. “Post”u da, “modern”i de buydu demek!

Halkına merhametli, haine izzetli Sultan, ihanet yuvasını bozguna uğratınca, “zangoçun babası” tedirgin olmuş; “asrın en siyasi padişahı” taşnak komplosundan kurtulunca, kiralık katile övgü ile karışık sitemler dizmiş; sevinci kursağında kalmıştı.

Ülkeyi yeniden imara kalkan heybetli adam, bugünün derdini o vakit çözmüş, derde deva olmuştu: “Yaratılıştan gelen anadilini konuş; ama sakın birliği bozma!”

Maya tutmuş, Söğüt yeniden hayat bulmuşken, bu sefer de Selanik dağlarında bir asi “Enver”, ihanet zincirine ilk halkayı eklemişti.

Balkanlar kan ağlarken, milyonlar doğranırken; on binleri başkente yürütmek de neyin nesiydi! Demek niyet üzüm yemek değil; üzüm şarabı içmekti!

Lideri alt edip, bir de cephe üstüne cephe açınca, İT"çilere gün doğmuş; Berlin"in "kadehteki kedi kanı sevdası"na  coğrafyayı kurban etmişti. Nizam-ı Alem, yerli malı tezgahlara gebeydi artık!

Şu alemde cephede kazanıp masada kaybetmek, kaç millete nasip olurdu? Yoksa, devlet terbiyesi almış(!) elit zümre, bir düzine adayı elden çıkaranları kutsamaya devam mı edecekti!

“Menemen” diyerek “Banka”ya, “Said” diyerek partiye; “istiklal” diyerek Çankaya"ya uzandın mı değme keyfine!

Sahi, Istanbul işgal altındayken, yalılarda hizmetçi tutup, “Yaprak Dökümü”nü, “Aşkı Memnu”yu, “Dudaktan Kalbe”yi… tadarak  yazanlar, yeni meclis"te “okumuş çocuklar” gibi vekil olurken, “İstiklal Şairi”ni kahrından Sina"ya düşüren neydi?

Yoksa, cephedeki hesap meclise uymamış; “son gülen” iyi mi gülmüştü?  “Sevgili halkımız anlamıyor!” deyip “Kurtuluşa Çağrı”yı kuşa çevirenlerin, kurtulmaya niyeti yoktu anlaşılan!

Gösteriş olmasın diye Cuma"yı bile evde kılacak kadar tevazu sahibi büyüklerimiz varmış da, kıymetini bilememişiz; cahillik işte(!)

Hamidiye Alayları"yla, Taşnak gözü dönmüşlere hadlerini bildiren milletin evlatları, tek tipleştirmeye boyun eğmezken, uzattıkları dal, en yakınlarının elinde kırılıyor;

milletin onurlu evlatları Ömer Muhtar"a “Yalnız değilsin!” mesajını yolluyor; şehadete koşan adam, her haliyle, ona ne kadar da benziyordu!

On yıllar sonra… “Siz misiniz halka yakın duranlar; biz demedik mi bu kadar sokulmayın, sonra daha fazla özgürlük isterler; hem özgürlük kalmadı bizde; en son Galata bankerlerine, Erivanlı patroniçeye, Telavivli Simon"a dağıttık; şimdi boşboğazınızın cezasını çekin!” deyip,

Güniz Sokak"ın fermanlarında, “otuz üç dereceli” kaydı düşülmeyen üç siyaset adamını darağacına yollayan, “halka rağmen halkçılık”ın satirik örneğiydi işte!... 

“Bir de geri adam, boynunda yafta; halimi düşünüp yanma Mehmed"im; kavuşmak mı, belki daha ölmedim!”

Polatkan, Zorlu, Menderes"le; Çayan, Ulaş, Gezmiş"i kamplara ayırıp, altısına birden aynı akıbeti tattıranlar, yıllar sonra sokakları bile bölüştürenlerdi.

Kolayı vardı; oyun bozuluyor mu; düttürüler hazırdı; örtülüden sınırsız harcama; yüz binlik birkaç gürültü; halkın seçme hürriyetine darbe, birkaç uyduruk anket, asparagastan masabaşında tezgah….

Kullanılmaya müsait ne kadar argüman, uğrunda can verilecek ne denli sembol varsa, bir anda sürün piyasaya…

Dov Jons"a zarar vermez, ne de olsa; sınırlarını cetvelle bölüp, elli beş parçaya da ayırdık mı gıkları çıkmaz; ama akıllarına gelmeyen, başlarına gelecekti: “Nice az topluluklar vardır ki, çok topluluklara galip geldiler!”

Tonluk sağcı ile, sıska solcu elli yıl var ki anayurdu parsellemiş; ara sıra duyulan çatpatlar da işin tuzu biberi olmuştu. Biri yıprandı mı öteki imdada koşar:

“Adamı dinleyip, Yavru Vatan"ın az kalsın hepsini alacaktık; iyi ki uyanmışız; yoksa Büyük Beyaz Reis"e ne derdik; iyisi mi, yine biz ayrı kamplarda görünelim; sen köylü çocuğu ol, ben de halk çocuğu; aman ha gözünü seveyim; dikkat et; bize emek veren “mahfilleri“ mahcup etmeyelim!”

Yetmiş dokuz… Mayıs sıcağında şehrin alanlarını dolduran yüz binler, Hayber Geçidi"nden gelen müjdeyle coştukça coşuyor; zaman perdesi aralanıyor; metafizik alemde, Selçuklu"nun başşehri ile, Gazneliler"in yurdu bir tarağın dişleri gibi kenetleniyor;

heyecan dalgasından, Moro da, Somali de nasibini alıyor; Kremlin"in kiralık katilleri, Stalin"in aşkına gayya"ya atılıyordu.

“Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler; kahraman orduyu seyret ki, bu tehdide güler!”

Seksen…  Bir sonbahar sabahı, sokaklar yine tenhalaşmış; binler, bilmedikleri bir diyara götürülmüş; en tuhafı da kutsallarının darağacında,  "geride bir aldanmışlık" bırakarak, "bu dünyadan gider olmuşlar; kalanlara selam olmuştu."

Artık, Urfalı inşaatçı oğlana gün doğmuş; seksenli yıllara “Ayağında kundura” ile girmiş, “Yar gelir dura dura” nakaratı tutmuştu. Hafifinden hoşlanan Ümit"e, "akacak kan damarda durmaz" diyen Müslüm"e, yanığına kapılan Ferdi"ye koşmuş; iki minik serçe de sahnede mikrofonu kaptı mı, kulaklarının daha otuz yıl pası açılmıştı.

“Bir ölüp, bin doğarız; bizden kim usanası!”nın, kapısına kilit vurulan kahramanı, yılların suskunluğunu bozup, küllerinden ne zaman doğacaktı?