Virgülüne Dokunmadan!...

Tarık Sezai Karatepe


 
Gelincikler, papatyalar, madımaklar, yemlikler… arasında kıvrılan yollar,
ona yeni bir hayatın kapılarını aralıyordu;
on altı kilometreyi bir saatte almışlar, Gardaşlar tepesine tırmandıkça tırmanmışlardı.

İşte karşıda akşam siluetiyle bir Anadolu klasiği…. Beylerin şahı Şahbey diyarı…
Yüzyıllardır varlığını koruyan, her zorluğa rağmen “Bana mısın” demeyen;
mağrur, bezgin, sabır yükü;
buğday benizli, karayağız; toprakla gardaş , gökyüzüyle arkadaş; tahammül pınarı hemşehri…

Seçimden seçime hatırlanan, ölse muhtarlık kaydından düşülen, sonra “hükümet”e rapor edilen,
nihayet sağ gösterip sol vuran siyasilerin elinde “Köyün kaç seçmeni var”dan öteye gitmeyen,
borcunu öderken bile kuyrukta bekleyen;
horlandıkça bilenen, gıcırdaya gıcırdaya dişi yerinden oynayan,
yüzüne gülen valiye canını “gurban” eden;
bürokrasiden “adamlık” bekleyen, beklediğini bulamayan,
“Yine ne var”lara alışkın;
hastanede, eczanede, mapus damında çile yumağı,
“iki iyilikten biri” tek dileği olan bu coğrafyanın mahzun çocukları….

“Fikrimin dostusunuz, çilemin yabancısı
Yok mu sizin köyde, çeken fikir sancısı!...”


Köy odasına girdi, selam verdi, hemen sofraya “buyur ettiler”

Köyünüzde iki buçuk ay kalacağım; askerdeki öğretmeniniz gelene kadar,
ben “vekil”im.

Lokma boğazlarına dizildi. İçlerinden biri azıcık geriye yaslandı:
Olmaz, biz onu istemeyiz, seni isteriz.

Daha adını bilmedikleri öğretmene hemen ısınmışlardı. Vekil mekildi, ama nihayet öğretmendi.
Namluda bekliyorlardı adeta:
Köyümüzde iki sene durdu; bir bişey öğretmedi.
Diğeri:
Perşembe gider, pazartesi gelirdi. Üç günde de…
Küfür, günah eksik olmazdı…
Öbürü:
Çocukları salar, keyif yapardı…
Beriki, öteki… derken saatler birbirini kovaladı; son noktayı muhtar koydu:
İmza toplayalım!

Sabahın ilk ışıklarıyla okulun kapısına dikildi. Birer ikişer gelmeye başladılar.
Hepsi on sekiz çocuktu.
Sınıf düzenini ayarladı. Bir"ler iki"ler öne, üç dört"ler ortaya, beş"ler arkaya…
Derken bir koşuşturmaca başladı; bir, iki ödevini alır; sıra üç"e gelir; nihayet dört, beş…

Köylü, hastalığı teşhis etmiş, ama tedavisine bakamamıştı.
Asıl öğretmen, “asil” olamamış;
her seferinde: “Öğretmene karşı gelmek, kanuna göre suçtur” der, aba altından sopa gösterirmiş.

Cezasını çocuklar çekmiş; üç"teki daha yeni, alfabeyi sökmüştü.
Artık, zararın neresinden dönülse kardı…
Dokuz"daki ders, sekiz"de başlıyor; akşam karanlığına dek sürüyordu;
mesai mefhumu kalmamıştı…
Saat tutarak hızlı okuma yaptırıyor, milyarları milyarlarla çarptırarak çıtayı yükseltiyor;
O da kimi konularla, yirmi sene sonra yüzgöz oluyordu.

Muhtar mahcup, iki elini yana açarak:

Milli eğitim dilekçeyi kabul etmiyor.

Canınız sağolsun, çocukların günahı yok!

Derken kara kış bastırdı; lapa lapa yağan beyaz rahmet yolları kapatıyor,
Köy Hizmetleri"nin ayrılmasından beş dakika sonra, kar fırtınası geçit vermiyor,
aç kalan kurtların ulumaları gökyüzünü çınlatıyordu.

Köy odası dersane oluyor, “Öğretmeni rahat bırakın!” ikazına aldırmadan tekrar üstüne tekrar yapılıyordu.

“Büyük Şeytan”, Irak"a saldırıyor; Coni zayiat verdikçe, köylü, derin bir “Oh!” çekiyordu.

Bosna"da tarihin en kanlı katliamı, Yedi Düvel"in desteğiyle yapılıyor;
Haçlı, Vatikan"da kutsanıyordu.
AB"si, NATO"su, BM"si zalime arka çıkıyor; adeta Bir-leş-miş milletler oluyordu…

“Bilge Kral”, bir nefer gibi cepheden cepheye koşuyor,
Saraybosna"da açtığı tünel, halkına “hayat” oluyor,
“İntensurullahe yensurküm..” bir kez daha hakikati vahyediyordu:

“Siz, Allah"ın dinine yardım ederseniz, Allah de size yardım eder.”

Köylü, “aces”ten duyduğu her cümleyi paragraf yapıyor, itikadının süzgecinden geçiriyor;
ruhunun derinliklerinden mazlumlara, yüreği kadar geniş dualar ısmarlıyordu.

Aralık"ın dokuz"u… doksan iki… perşembe… öğle arası…

Dizlerine dövünen, bağıra çağıra ağlayan altın yürekler:
“Gitme… onu istemiyoruz…. kal…. biz daha okula gitmeyiz!...”

Anlaşıldı, yol görünmüştü… Burnundan kıl aldırmayan köyün gediklisi,
“vekil”in yaptıklarını beğenmiyor, burun kıvırıyordu.

İki"deki Fatih, elindekini görünce: Öğretmenim, sigara içmek ayıp değil mi?
Beti benzi attı birden…
Muhtarın seksenlik babasının azarı da cabası!... Kredisi tükenmiş, ayrılıyordu…

“Vekil”in ertesi gün müjdeyi vermesiyle, minik bedenler sevinç yumağına dönmüştü.
Gidenin, adresini bile sormuyorlardı…
O vardı ya, yeterdi onlar için…

On yedi Nisan…, Çankaya"nın tonton amcası dünyasını değiştirdi.

Taraflı tarafsız herkeste,
“Keşke ecel ona değil de, "otüz üç dereceli"ye gelseydi!” düşüncesi hakimdi.
Altı defa gidip, yedi defa gelen sağ"daki adam, sol"daki partneriyle,
otuz yıldır “yassah hemşerim!” düzeninin aktörüydü.


Sayılı gün tez geçiyor, doksan üç"ün haziran"ı kapıyı çalıyordu…

Bereketli topraklar;
geride bir ömür anlatılacak,
yaşanmış hayat hikayesi bırakarak, ufuk çizgisinde kayboluyordu.

Kırk bin köyün şehre uzanan destansı savaşı,
hayata yön verecek isimsiz kahramanları ağırlamayı sürdürecekti…

Köyün bir hesabı vardı!