Vakti Kuşanmak!

Tarık Sezai Karatepe

 

Ne hayalleri vardı… Vakti zamanı gelince “arıyla namusuyla”, dünya evine girecek; bayramlarda babasının, anasının elini öpecek; kardeşleriyle hasret giderecek; kol kanat gerecekti.

Mavili, pembeli elbiseler dikecek; kulağına ezan okutacak; esen yelden, yağan kardan sakınacak; terbiye nasıl verilirmiş, gösterecekti.

Oğlan olursa “İbrahim”,  kız olursa “Asiye”

Küçüklerini pek sever, büyüklerine saygıda kusur etmezdi. Memleketinin anlı şanlı büyükleri vardı (!)

Mahallesinde, herkes ona akıl danışacak; “Bizim derdimizle dertlenmeyen, bizden değildir!” yolunun baş tacı olacaktı.

Böyle öğrenmişti; mahalle mescidinde…

İmam, iki türlü kadın tipinden bahsediyordu: Firavun"a boyun eğmeyen “Asiye”… Zalim kocasının ilahlığını reddetmiş; çarmıha gerilmiş:

“Rabbim! Bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun ve işkencesinden ve onun zalimlerinin elinden kurtar!...” niyazıyla cennete uçmuştu.

Bir de Lut"un eşi vardı ki; her komploda parmağı olan, şeytanın avukatı kadın…

Firavun"un evinde cennet, Lut"un evinde cehennem…

Asiye olmaya özenmiş; zaman perdesini kaldırarak Havva, Hacer, Sara, Hatice, Aişe, Zehra… annelerle gönül bağı kurmuş; Önder Resullerle zorluk sınavından geçen kadınlar, yolunu aydınlatmıştı.

Ruhuna işkence veren “karşı cins şakaları”ndan bunalmış;

kaç kez yalvarıp yakardıysa da, kimse onu dinlememiş; şehrin caddeleri “azap yolu” olmuş; kaosun ortasında bulmuştu kendini.

Toplum mühendisleri hedefi tutturmuştu.

Hep o suçluydu; ne zaman ağzını açsa, babası: “Sende var bir şeyler; dişi kuyruk sallamazsa…!”

Annesi: “Kötü söz sahibine ait; kulaklarını tıka, olsun bitsin!” umursamazlığıyla karşılamış; yapayalnız, bir başına kalmıştı.

Bir gün kopuğun teki yanaşmış; “çıkma” teklif etmiş; babası da görmüştü.

On beşinde, baba dayağından geçmiş; anası “Mahallenin dilinden bıktım!” diyerek, dul bir herife vermiş; kaç kez yuvaya dönmek istediyse, babasının “Benim öyle kızım yok!” tepkisiyle karşılaşmıştı.

Günün birinde yolunu bulmuş bir arkadaşı (!), fabrikada iş ayarlamış; bir zaman sonra “işe çıkarmış”; rüzgarda savrulan gazel misali, belleği zayıflamış; canlı ceset oluvermişti.

Kaldığı bekar evinde, donuk gözlerle izlediği akşam haberleri, vergi rekortmeni Erivanlı patroniçeyle; hanfendinin(!) elini huşu ile öpen ticaret bakanını zomluyor; başından kaynar sular dökülüyordu.

Anadolunun namusu, seçilmiş bakanın elindeki şiltle pazarlanmış; son kale de yıkılmıştı.

Siyah gözlüklerini takmış, tanınmamak için önüne bakarak yürüyor, “güvenli bölge(!) ”den içeri adım atıyordu, kaçarcasına…

Kapıdaki rütbeli, yılışık bir “İyi akşamlar!” çekip, kim bilir hangi soysuza kurban edecekti!

Roma arenalarında, aç aslanlara parçalattırılan, on binlerin izlediği kölelere benziyordu. “Yontma taş devri” işte bu devirdi.

Çağdaş köle pazarında, kadının, “vergilendirilmiş kazancı kutsal”; kapitalin her türlüsü mübahtı. Nasıl kazandığı değil, ne kadar kazandığıydı devletlünün ilgilendiği!

Yüz yıl var ki, sosyal devlet(!) ortalarda yoktu; “düşenin dostu” doksanlık patroniçeydi!

Sekiz mart kadınlar günü de, ona sırtını dönmüştü; ne hikmetse, sivil toplumcular(!) ortalarda yoktu; yüz binlerin dramı ne zaman son bulacak; “insan içine” çıkacaklardı.

Fatihler yetiştiren, cepheye koşan; gurbet yolu bekleyen kadına reva görülen, “idamlık bir ihanet”ti;

Kadın, asırlık suskunluğundan uyanıp, alanları “kula kulluğu reddeden” haykırışlarla dolduracağı an"a hasret!

Artık, üzerindeki ölü toprağını silkele; hesap sor; suçluyu bul; mahkum et; yeni yüz yıl lekesiz bir duruşun müjdesi olsun!

Hani, “Dünyanın en doğusundaki kadını esaretten kurtarmak, en batıdakine farzdı!”

Seni, vicdanın ile cüzdanın arasına sıkıştıran köle düzenini reddet; alt kimliklerinden soyutlan; sana en uzak duranla, çağın “ hılful fudul”ünü kur!

Bolivyalı, Ganalı, Vietnamlı, İrlandalı, Türkiyeli “Asiye yürekli kadınlar!”

Gün dayanışma günü!