Tuz kokarsa...

Av.İbrahim TAŞKESTİ

Geçtiğimiz cuma günü bir başsavcı tarafından bir parti için kapatma davası açıldı. Bir kişi ya da bir tüzel kişilik hakkında dava açılması bir hukuk devletinde rutin, sıradan bir iştir. Ülkemizde ve dünyada savcılar veya hak arayıcıları tarafından bir hakikatin tecellisi için, hak ve adaletin gerçekleştirilmesi için hukuk sitemi içerisinde her gün sayısız davalar açılmakta, duruşmalar yapılmakta ve kararlar verilmektedir.

 

Nedense ülkemizde geçen hafta sonu mesai bitimine yakın açılan bir dava (parti kapatma davası) gerek içte gerekse dışta sıradan açılmış bir dava olarak görülmedi. Sıradan vatandaş, değişik meslek mensupları, hukukçular, gazeteciler… dahil herkes açısından, bir dava açılmasının ötesinde şok ve olağanüstü bir gelişme olarak algılandı.

 

Açılan kapatma davası (bir siyasi parti hariç) bir çok çevre tarafından “Bu bir yargılama faaliyetidir. Mahkemeyi ve tarafları usul ve esas yönünden bağlayıcı yasalar vardır, hiçbir taraf yasalarla belirlenen hukuki amacın dışında bu yetkilerini kötüye kullanamaz, bir mahkemede sonuçta adalet tecelli eder, saygı ile sonuç beklenmelidir.” denilerek normal bir hukuki süreç olarak yorumlanmadı.

 

Örneğin Anayasa Profesörü Ergun ÖZBUDUN  “En sağlam yol halkı kapatmak uzaydan halk getirmektir. Bu gerekçelerin hiç biri parti kapatma nedeni sayılmaz” tepkisi vermiş konu hakkında hukuken bir görüş serdetme ihtiyacı dahi duymamıştır.

 

Diğer bir sert tepki verenler arasında Uluslararası Hukuk Profesörü Yazarımız  Mümtaz’er TÜRKÖNE’de  “Tıpkı 27 Nisan muhtırası gibi ekonomi zarar görmesin diye  mesai bitimine yakın böyle bir davanın açılmış olması da davanın hukuki bir tarafının olmadığını adeta muhtıra niteliği taşıdığını, normal hukuki gerekçeleri olan bir davanın ekonomik kaygı taşıyamayacağını…, “  ifade etmiştir.

 

Bir dış tepki AB’den bir yetkili 21. yüzyıla uyum sağlayamayan Türk hukukçularından ve Türk hukukunun reform ihtiyacından bahsetmekteydi.

 

ABD’li bir yetkili de “seçmenlerin 2007’deki iradesine saygı gösterilmeli” demekteydi…

 

Bir sonraki gün gazete haberleri incelendiğinde mevcut durumu destekler bir biçimde verilen haberler; bir hukuk devleti olan ülkemiz adına daha da incitici idi. Gazeteler mahkemenin izleyeceği yasal süreç hakkında haber verme veya artık konunun yargıya intikal ettiği, tarafsız bir karar verilmesi gerektiği yorumları yerine; mahkeme üyelerinin hangi Cumhurbaşkanı tarafından atandığından hareketle verilecek kararın rengi hakkında fal bakmaktaydılar. (Yani 11 üyenin 8’i Necdet Sezer tarafından atanmış olup bu nedenle karar…olur…gibi)

 

Bir hukukçu olarak; kafalarda “bir yargı kurumunun asıl işi herkese tarafsız bir biçimde adalet dağıtmaktır” imajı yerine “yargı erki eliyle siyasetin dizayn edilmesi, bir siyasi partinin halledilmesi” imajının oluşmuş olması asla kabul edilebilecek bir durum değildir. Demokrasilere hayat veren temel ilke kim tarafından idare edileceğine halkın kendisinin karar vermesidir.

 

Mahkemeler sübjektif menfaatin kişi veya gruplar adına gerçekleştirildiği aracı kurumlar olmayıp; hâkimlik mesleği de itibarını kimin tarafından atanmış olma durumundan almayan, ismini vicdanlarda da kabul gören, adil kararlara atılmış imzalardan alan kutsal bir meslektir.

 

Yargı kurumu hakkında oluşan içte ve dıştaki olumsuz imajı ortadan kaldıracak,  yargının itibarını yükseltecek zümre öncelikle hâkimler başta olmak üzere hukukçuların kendisidir.

 

 AB’ye giriş yolunda müzakerelere başlanmışken, 21. yüzyılın başında; hiçbir kimsenin, hiçbir kurumun; geçmişte kurulan büyük medeniyetlerin devamı olan T.C. Devleti hakkında, dünya kamuoyuna, halkına üçüncü sınıf hukuk muamelesi yapan, devlet geleneği olmayan bir üçüncü dünya ülkesi veya bir muz cumhuriyeti görüntüsü vermeye hakkı yoktur.

 

Adalet herkes içindir ve mülkün temelidir.