Üniversite Konseyleri Derneği, üniversite işlerine akıl yettirmeyi, rutin kurul toplantıları dışında da ve günlük olarak sürdürmektedir. Derneğin çeşitli fiziki etkinlikleri ve düşünsel etkileşimleri, yaygın bir iletişim grubu yazışmaları içinde tartışılmakta ve biçimlendirilmektedir. Böyle bir iletiden çıkarak, imece yaptığımız son konu, 22 Haziran tarihli ve Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber ve bilgi notuna dayanmaktadır.
“Türk bilim insanlarından çok acı rapor...”
AA muhabiri, raporda yapılan bir saptamayı, acı bir itiraf olarak değerlendirmiş olsa gerek ki, başlığı da “çok acı rapor” diye atmış. “Türkiye Bilimler Akademisi üyelerinin raporunda, ‘Türkiye bir bilim/bilgi toplumu durumuna gelememiştir’ ifadesi...” yer alıyor.
İlk yaptığım, ÜKD YK üyelerinin rapor hakkında ara yorumlarından çıkışla raporun kendisini incelemek oldu. Kuşkusuz, üstünde konuşulacak ve daha pek çok laf edilecektir. Ancak, okuyucuyu özetle bilgilendirip, değerlendirmeleri de paylaşmak daha sonraki zihin jimnastiklerine katkı sağlayabilir.
Öncelikle şu saptamayı yapmam gerek. Bahar yarıyılındaki final sınavları sona erdi. Böylece, üniversitelerde 2009-2010 eğitim-öğretim yılının da perdeleri kapanmış oldu. Şimdi yaz okulları furyası ile, öğrenciye sekiz ayda anlatıp, öğretemediklerimizi, parasıyla orantılı olarak, bir buçuk ayda belletme dönemi başlamıştır. Bir genelleme yapmak istemem; ancak yaz okullarının, fiyata bağlı bir ders furyası gibi görünmesiyle, başarı oranları arasında ne gibi bir ilişki bulunmaktadır; ayrıca incelemek gerekiyor galiba. Bu türden mevsimsel mektep işleriyle ilgilenmediğimden, ayıplı bir durum varsa, ayıp edenleri ben de ayıplıyor ve geçiyorum...
Gelelim haberin ve TÜBA raporunun içeriğine.
Rapor, “Akademi” üyelerince ve temel yedi başlıktaki sorulara verdikleri yanıtlar üzerinden değerlendirilerek kaleme alınmış. Toplam 34 sayfalık bir rapor ve birimci basım olarak 1000 adet ve Mayıs 2010 itibariyle, akademinin Ankara adresinden yayımlanmış.
Rapor içeriğine bakıldığında, benzeri başlıklar üzerinden 1980 öncesi ve sonrası üniversitede dikiş tutturulamadığı ve bilimin prim yapmadığına dair ne çok rapor yazılmış, sunuş yapılmış ve laf söylenmiş olduğunu hayretle hatırlamak mümkündür. ÜKD, dernekleşme sürecinde daha yenilerde sayılır. Oysa, arşivde yer alanlara bakılırsa, bir külliyat oluşturulmaya yaklaşılmıştır. Ancak söylenen sözlerin değeri, bugüne değin, kendinden menkul olma ötesine de gidememiştir. Korkarım ki, TÜBA raporu da cümle aralarındaki kimi utangaç doğrular bakımından güme gidebilir. Ancak ve en azından TÜBA kanalıyla da tarihe bir kez daha nasıl bir şerh düşülmüştür; iyi anlayıp, algılamak gerekmektedir.
Raporun giriş bölümünde, beş sayfalık bir “özet sunuş” var. Bu bölüm esasen, raporun tüm başlıklarının özetini de içeriyor. Rapor içeriğini oluşturan yedi başlık, “Türkiye’de Bilimin Önündeki Engeller; Üniversitelerimizin Durumu; Türkiye’de Eğitimin Kalitesi; Türkiye’de Araştırma- Geliştirme Etkinliklerinin Standardı; Bilim ve Araştırmayı Yaşam Biçimi Olarak Benimseyenlerin Yeri; Türkiye’de Bilimsel Yaklaşımların Karar Vericiler Üzerindeki Etkisi; TÜBA Yeterince Etkili midir?” sıralamasında ve bunların tümü akademi üylerinin görüşlerinin istendiği başlıklar. Bu başlıkları raporda geçtiği sıra ile ve özetin özeti şeklinde bir iki ardışık yazıda sunmaya ve kendi yorumlarımı da katmaya çalışacağım. Ancak, özetin özeti işi, bir “Zati Sungur” gibi şapkadan tavşan çıkrma marifeti değildir. Rapordaki alt başlıklarda TÜBA’nın siyaset erkiyle ilişkisine dair çok önemli ip uçları veren kimi vurgularını da görmemezlikten gelmemek gerekir.
Türkiye’de Bilimin Önündeki Engeller
Akademinin sayın üyeleri ilk başlık olan “Türkiye’de Bilimin Önündeki Engeller” sorusunu yorumlarken, memlektetteki bilim macerasını, TÜBİTAK’ın kuruluşundan bu yana değerlendirmişler ve “araştırma bilinci ve etkinliğinde”, önemli mesafeler alınmasına karşın, bugüne değin “bilim/bilgi toplumu olamadığımız”ın noktasına vurgu yapıyorlar.
“Bilim, bir toplumsal kültür kurumudur”, saptamasını yapan TÜBA üyelerine, “hangi kültür (?)” sorusunu sormak gerekir. Kültür işinin, siyaset ve ekonomiyle ilişkili ve bu anlamda ideolojik bir aygıt olarak yığınsal karmaşık etkileşim dinamiklerine sahip olduğunu, akademi üyeleri de pekala bilmektedir. Öyleyse kültürün, sınıfsal özüyle ilişkisinin kurulamaması ve “bilim kültürü”nün de sınıfsal bağlamından kopuk bir sınıf üstü etkinlik gibi kavranması, neye göre “bilim/bilgi toplumu durumuna gelinmemiş” olduğu sorusunu havada bırakmaktadır.
Memleketin bir çevre ekonomisi olarak, taşeron kapitalizm sarmalında yuvarlanmasına bakılırsa, Türkiye’nin bilimsel etkinlikleri ve bu anlamda ortaya çıkan bilim kültürünün de güdük ve henüz yerleşiklik kazanmamış olması, doğrusu çok da şaşırtıcı gelmemektedir.
Bu başlığın rapor içindeki genişletilmiş bölümü, eski radyo programlarından kulaklarda iz bırakmış “her telden” şarkılar resmigeçidini hatırlatmaktadır. Kimi seçme deyişlere bakıp, bağlamından koparmaksızın üzerinde bir düşünürsek;
(Syf. 13) TÜBA diyor ki,
“Bilim toplumu, teknik ya da toplumsal tüm sorunların çözümünde yalnızca bilime güvenen toplumdur,..ne yazık ki bu görüş, Türkiye’de sınırlı bir grup tarafından benimsenmiş, genel olarak Türk toplumunun görüşüne nüfuz edememiştir.”
Yani, o hangi grup olduğu belli olmayan grubun da dışında, şu bilim hele bir nüfuz etseydi; iyi olurdu mu demek gerek. Her tarafı gri olan bu tesbit, aynı sayfada bakın nereye bağlanıyor.
“Toplumumuzun hatırı sayılır bir çoğunluğu, bilimi bir kamu malı olarak görmekte, başkalarının üretimi olan bilimin herkese açık bir meta olduğunu düşünmektedir.”
Yani bakla ağızdan çıkıyor. TÜBA’ya göre bilim kamu malı ve herkese açık bir meta değil. Türkiye’nin akademisinde, kuşkusuz sosyal bilimciler, iktisatçılar falan olsa gerek. Var olmasına var da, bu denli bilimin neresine konacağı anlaşılamayan bu ifadelerin, bu raporda ne işi var. Başkalarının üretimi denilen bilimi, kamuya ait kaynak ve her türlü olanakla üreten, yaratan ve mutlak çoğunluğu kamu görevlisi olan bilimcinin, bilimin ve dayalı teknolojisinin mülkiyetini elinde tutması gerektiğinden bahsediliyorsa ve bu nedenle, bilimin kamu malı olmaması hükmüne “akademi” böyle bir akıl yürütme ile varıyorsa, pes ve vay halimize demek gerekmektedir.
“Bilimin herkese açık meta olduğunu düşünme...”her tarafı incik, boncukla bezemeli bir piyasacılık yansıması sayılır desem; bu kez de akademinin değerli üyelerini acaba üzermiyim diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Kuşkusuz burada ders notu yazıp, okuma yapacak değiliz. Oysa, iktisat bilimcileri değişim için üretilen her türlü mal ve hizmeti met’a olarak tanımlarlar. Bu tanım burada ki tartışmayı, birden” bilim meta mıdır; değil midir?” noktasına getirir ki, akademi buna, evet meta dır ve bu bağlamıyla da herkese açık değildir düzlemine getiriyor.
Doğrusu, ben de, piyasacılık itirazıma katkı yaptığı için, bu saptamanın bir bölümüne katılıyorum. Bilim metalaştırılmaktadır. Ancak doğası böyle olduğu için değil, sermaye düzenin ittirmesiyle, memlekette ve dünyada böyle olmaktadır diye de ekliyorum. Yani bilim insanı kimliğindeki beşeri üretici faktörlerin kimileri, ürettikleri bilimin metalaştırıldığından ve bu nedenle üniversitede piyasacılık furyasının tam gaz geliştiğinden şikayet etmektedir. Bu nedenle bilimin, mülkiyet rejimlerine konu edilmemesi içinde, hem üretiminin ve hem de üretimden sonra ortaya çıkan bilimsel bilginin kamuya ait olduğunu savunmaktadır. Ben de savunuyorum. Müthiş bir açı farkı; değil mi?
Saygın akademi, bu hükümleriyle yetinmiyor ve bu cümlelerin altındaki bölümde tam gaz yola devam ediyor.
“İyi ki mevcut hükümetimiz bu düşünce biçimini benimsememektedir. Şimdiki hükümetimizin politikaları, bilim adına memnunluk vericidir. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu düzenli olarak toplanmakta; bütün toplantılarına Başbakan başkanlık etmekte; bilim ve araştırma sistemine ayrılan kaynakları artırma yönünde anlamlı çabalar gösterilmektedir. Bu doğrultuda benimsenmiş olan eylem planı desteklenerek geliştirilmelidir.”
Eh!.. ya “Allah hayırlara vesile etsin” demeli, ya da “pes!..” diyorsak “adabı muaşeret” nedeniyle ne dediğimizi buraya not düşmemeliyiz.
Yani bir siyasi erkin methiyeye, güzellemeye ve bilimciyi, kurumlarını gündelik siyasetine yedeklemeye ihtiyacı olabilir; bunu gerçekleştirmek için de çeşitli istekler ve girişimler yapabilir. Bunu olağan saymak mümkünse de, Akademinin böyle bir tuluat işinde, açıkçası işi nedir. Rutin toplanması söz konusu olan bir kurulun, düzenli toplantı çağına girmiş olması ve hükümet başkanının da rutin görevi başında bulunması “iyi ki” güzellemesiyle, bu denli allanıp, pullanacak bir marifetmidir. Eğer öyleyse, akademi eksikli davranıp hakkı iyi teslim edememiş “Allah’ın, bu büyük Türk Büyüklerini başımızdan sonsuza değin hiç eksik etmemesini...” layıkı ile niyaz edememiştir.
“...bilim ve araştırma sistemine ayrılan kaynakları artırma yönünde anlamlı çabalar...” lafı nasıl zuhur etmiştir; kestirmek mümkün değildir. Bilim ve araştırmaya ayrılan “kaynak” acaba ne menem bir şeydir. Kaynak denince, acaba sadece para mı anlaşılmalıdır; yoksa onun ötesinde başka birşeyler de varmı dır? Akademinin ifadeleri kaynaktan muradın “para” olduğunu çağrıştırmaktadır. Oysa üniversiteyi, akademiyi, bilimi ve üretimini onun asli kaynağı olan tek odak gerçekleştirir. O da insandır. Genç bilimciye kadro yaratmayan; üniversitenin geleceğini, umudunu ve yola devamını asistan kadrolarına ket vurarak öldüren; var olanı meteliğe kurşun ve neredeyse asgari ücret koşullarına mahkum eden ve tez bitti, kadro ve maaş, yani yapı paydos benzeri onlarca zulümü, genç üniversitelinin başına çorap şeklinde ören, bugün kü yönetim erki değil midir? Öyleyse, nerede kaynak artırma yönünde anlamlı çabalar sarf etmektedir. Yoksa, “akademi” ile, örneğin bir üniversite öznesi olan “ben”, farklı Türkiye’ler de mi yaşamaktayız. Ben anlayamadım. Anlayan varsa beri gelsin.
Uçma işinde “irtifa” önemlidir. Kimi yüksekten, kimi ise alçaktan uçurak, pilotluk yeteneğine kanıt sağlama çabasında olabilir. “Akademi”, fazla yüksekten uçtuğunun farkına varmış olmalı ki, takip eden paragrafta bakın neler söylemektedir:
“Bilim toplumu bir tartışma, danışma toplumu olmak anlamına da gelir. Bu ortamda karşıt fikirlerin bulunması doğaldır ve beklenmelidir. Türk toplumu olarak bizlerin, yönetime, kurumlara karşı toplumsal başkaldırılarımız yok değildir. Bunlar zaman zaman çok şiddetli de olmaktadır. Ancak bu karşı çıkışlar, alternatif doğrultular göstermekten uzaktır. Toplum olarak sadece şiddetle tepki göstermek, daha zahmetsiz bir eylem biçimi olarak benimsenmektedir. Karar vericilerin ve kamuoyunun bu tepkilere kulak vererek, bilmediğimiz bir şekilde sorunların çözümünü sağlayacağı varsayılmaktadır. Ne yazık ki, şiddet gösterme yerine, tartışma, yol gösterme ve en önemlisi danışma yeteneğimiz yeterince gelişmemiştir.”
Şimdi bunlar da nereden çıktı diye düşünülebilir. TÜBA, sanki Türkiye ahalisinin toplumsal gelişim basamaklarında yerini tesbit etmektedir. Eksiklik tanısını, yönetim karşıtı kaba itirazcılık ve şiddetle açıkladıktan sonra, hastalığı kendisinin yol göstericilik ve danışılır olması ile adeta dengelemeye çalışır gibi de görünmektedir. Bu da, adeta bir paragraf öncesi onca methiyeyi biraz da bundan yazdım itirafçılığına dönüşüvermektedir.
Okuyunca, “özürü kabahatinden büyük” deme işini, bu anlamı çıkaranlara bırakıyorum. Kimi tanıdığım ve dürüst bilimci kimliklerine saygı duyduğum akademi üyelerinin sözlerinden türetilmiş bu rapora, böylesi lafların hangi saikle ve neden doldurulmuş olduğunu da anlayamamaya devam ediyorum.
Bir devam sözüm daha var: O da bu rapor üzerine biraz daha yazmaya devam edeceğim.
Üniversitenin cem-i cümlesine akıl selameti diliyorum.