Tarihin Gözleri Var!

Tarık Sezai Karatepe

 

Yirmi altı eylül… İki bin altı… Salı…

Beş yüz yirmi, Rüzgarlı"ya yol alırken, derin duygularla kendinden geçmiş, sıra dışı düşünmeye başlamıştı:

“Türk"ün Türk"ten başka düşmanının olmadığı çağlarda, Peçenekler, 1. Murat"ı Edirne"de; Moğollar, Yıldırım"ı Çubuk"ta durdurmuşlar; Istanbul"un fethi geciktikçe gecikmişti. Bizans, zil takıp oynuyordu.

Uzun Hasan, Otlukbeli"nde Fatih"i; Şah İsmail, Çaldıran"da Yavuz"u meşgul etmiş; üç kıtaya, beş denize hükmeden medeniyetin ayak bağı olmuşlardı.

Kırım Tatarları, Merzifonlu"nun ordusunu tuzağa düşürmüş; köprüyü tutmamış;  Rusya"nın knezliklerden,  devlet olma yolunu açmıştı.

Kavalalı, Firari"yi arkasına alarak, Mısır"dan Kütahya"ya dek efelenmiş; 2. Mahmut, Ruslardan yardım istemek zilletine kapılmıştı.

“Üç beyinsiz  kafa”dan Enver Paşa, Osmanlı"yı ansızın savaşa sokarak, İttihatçılığını “derin”lere arzetmiş;  doksan bin yiğidi, Sarıkamış"ta bataklığa sürerek dehasını(!) konuşturmuştu.

Dün, “ Arkadan vurulduk ey halkım!” diyenler, on yıl sonra, hesap etmedikleri bir yerde, Irak"ta yazılacak tarih kitaplarında, İncirlik"ten kalkan ölüm makinalarının Kerbela"yı, Bağdat"ı nasıl perişan ettiğini okuyacaklar; asırlar sürecek kinin tohumlarını atacaklardı.

Hafıza, bir toplumun her şeyiydi... Ticaret bakanı, Manukyan"a “vergi rokertmeni altın madalyası”nı iftiharla sunarken; evlerinden, yuvalarından koparılan gelinlik kızların gözyaşlarında boğulacağını nereden bilirdi!

Bakanın yaptığına da!……?

Urfalı reise, “Sosyal ihtiyaç, açsana!” diyen Şerrunnisa"ya, başkanın cevabı tarihe geçmişti: “İlk sermayem sen olursan, neden olmasın!”

Üç yıl, her salı tırmandığı “dernek” yolundan, Bentderesi"ne inmiş; “soysuz tabelaların semti”nden geçerek, beş yüz gündür onu misafir eden mekanına doğru yola çıkmıştı.

Her hafta sekiz yüz otuz yedi"yi, sekiz"i çevirmiş; sonunda “derneğe temsilci” bulmuş; “bir büyük program” bile yapmışlar; gelmek nasip olmamıştı.

Ayağının tozuyla, Yeşil Çubuk Parkı"nın etrafında “tarih” aramış; “nereye kaybolmuşsa” bulamamıştı!

Bin dokuz yüz iki"de “belediye” olmuş; bir asırdır vergi ödemiş bir şehirde “dostlar alış verişte görsün!” dercesine birkaç beyaz ev kalmış;  ne kentsel, ne tarihsel dönüşüm bir türlü yürümemişti.

 Oysa,  Osmanlı mirası Safranbolu, Gönen, Tokat, Mardin, Beypazarı, şimdilerde Ayaş…  yeşilin, kesme taşın ve ahşapın kardeşliğiyle,  küllerinden yeniden doğmuş ; “iş işten geçmemiş”ti.

Medeniyet, “ev” demekti; evi olmayanın şehri de olmazdı.

Ne vakit, mimar, mühendis, müteahhit  “iş başına” geçse,  içini bir ürperme alırdı. Gördüğü her boşluğu betonla dolduran şehrin kompradorları, halkın akciğerlerini yok ediyordu.

O da, Sivas"ta, “bizim parti”den “reis seçilmiş” mühendisin, ilk acemiliğini evlerinden çıkardığını, güzelim binayı “madara” ettiğini, dört yaşın buruk bir anısı olarak hatırlayacaktı; hala “içi sızlıyor”du.

Acaba onun da “yüreği sızlıyor” muydu? Ne de olsa, değerlerin  “siyasi malzeme” ye kurban edilmesi mübah, gemisini yürüten kaptandı! Yeşil sahalarda Sivas-Telaviv kardeşliği (!) de onun eseri miydi?

Bartın"dan kadim dostu Ayhan öğretmenle,  Adem Erkoçoğlu"na uğramış, ilk selamı ona vermişti;  “gün görmüş esnaf”ın Anadolu kültürünü özümsediği,  her halinden belliydi;

“Hemşerini severim!” diyerek söze girmiş; “gönül insanı”yla, tarihin süzgecinde birkaç saatlik yolculuğa çıkmış, özeleştiri dolu cümleleri sıralayıvermişti. İşini değiştirecek, sermaye gruplarına hizmet etmeyecekti!

Ülkesindeki kaosun sorumlusu olarak, “Beyaz Türkler”i görüyordu. Fadıl"a tahammül edememişler; “Koçlar sana kurban olsun!” yağız delikanlının sonunu getirmiş; Siirt"e kontenjan açılmış; talihi yaver giden, boşluğu doldurmuştu.

Yirmi dört saat geçmeden yükünü yüklenmiş; “şehrin insanı” olmuştu.

Daha geldiği hafta, Perşembe Pazarı"nda  eline tutuşturulan paçavra, “Şehre hoş geldin!” anlamına geliyordu; bülten yazarına (!) teşekkür borçluydu. Bu sayede şehir onu sevmişti. Ne bilsin cahil!

O anda kararını verdi:  “Niyet ettim Allah rızası için, şehrin “nesne”si değil, “özne”si olmaya!”

Mavi tren, hasret köprüsü kurmuş; sefer eylemişti. Yıllar öncesine dalıp gitmiş; nedendir bilinmez, göz pınarları kurumuştu.

Yirmi yedi ekim… Cuma… İki bin altı… Ezana yürüyen saatler…

Bir ömür teheccüde kalkıp uykunu böldüğün Sevgili Allah"ına kavuştun; senin hasretin bitti; ya bizimki! Sen, Cuma"yı bekledin, iki bayram yaşamak için; sen, gülü, Resul"e benzetirdin; Firdevs"e kavuştun! Sen kazandın, kaybedenlere dünya sürgünü  kaldı!

”Anacığım, bütün peygamberlere selam söyle; yakında ben de geleceğim; kişi sevdiğiyle beraberdir; yolun açık olsun!” demiş;

“Sen onları alınlarındaki secde izlerinden tanırsın” Yüce Vahyi"nin tecellisini görmüş, şahit olsun diye alnından öpmüştü.

Sen vatanına kavuştun; şimdi ruhlar aleminde Aişe, Fatma, Hacer…. annelerlesin! Sen dünyanı değiştirmedin; zaten hep orayı özledin!

O günden sonra, ahiret ona öyle yakındı ki; günler kısalıyor, vakit daralıyor, şeb-i aruz yaklaşıyordu. Özlem, yüreğini kor gibi yakıyor, kavuşma gününü  iple çekiyordu.

“Kim bilir, nasıl, ne vakit, kaç yaşında; bir namazlık saltanatın olacak; taht misali, o musalla taşında!”

Dışarda debdebe sürüyor;

İngilizlerin, zeki Hintli çocukları pasifize etmek  için logaritma ezberletmeleri gibi;

 matematik, geometri kabusu, genç beyinleri hayata küstürüyor; psikolojik savaş “abcde kulvarlarında yarış atı” yetiştiriyordu.

Saf kan fen liselilerle, anadoluluların duyarlı velileri “Meclis"ten katsayı çıkmasın!” telaşındaydı.  Meslek liseliler Panama"dan gelmişler; bir de mühendis olacaklardı; olacak iş değildi!

Başdöndürücü gelişmeler yaşanıyor; Esenboğa, Çubuk"tan kopuyor; Çubuk atağa kalkıyor; tarihi misyonuna uygun bir karara varıyordu:

ÇUBUK İL OLSUN!