"Son Ülkücü" ile birlikte tanıdık-bildik isimlere, eski dostlara ziyarete gittik. Pazar günü sözleştiğimiz gibi buluştuk ve onun her hafta aksatmadan girdiği büyük kapıdan içeri girdik.Her köşeyi-bucağı avucunun içi gibi biliyordu.Eski dostlar, tanıdık-bildik isimler öylece bizi bekliyorlardı. Yolun kenarında ilk karşınıza çıkanlar Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan oldu. Çevreleri bir çarkın dişlisine benzetilmişti. Deniz Gezmiş'in bağrında "Hep gönlümüzde yaşayacaksınız" yazan parçalara ayrılmış bir levha duruyordu. Az ötede, bir trafik kazasında, 1989'da hayatını kaybeden Ertuğrul Alpaslan bizi bekliyordu. Onu, yüzündeki derin sükunetin örttüğü sertliği ve deli cesareti ile hatırlıyorum. Dündar Taşer, Arif Nihat Asya onlara komşuydu. Biraz yukarıda, Deniz Gezmiş'lerle aynı çerçeve içine yerleşmiş Mahir Çayan vardı. Alışılageldiği biçimde sadece doğum tarihi yazılıydı: 1946. Demek ki yaşasaydı bugün 63 yaşında olacaktı. Biraz ileride 1980 Ekim'inde işkencede ölen Dev-Yolcu Zeynel Abidin Ceylan duruyordu. Hemen arkalarında, kitabesinde "Öldü, vatan sağolsun" yazan Mustafa Pehlivanoğlu vardı. 12 Eylül yönetiminin idam sehpasına gönderdiği ilk ülkücü idi. Birkaç kişi ötede Pehlivanoğlu ile aynı saatte idam edilen Necdet Adalı duruyordu. Üç ülkücüyü öldürmekten yargılanmıştı. Üç kişiydiler; biri itirafçı olmuş diğeri kaçmıştı. Üstünde "Adalılar türkü söyler; susar darağaçları" yazılıydı. İkisinin de aynı dakikalarda darağacına giderken yazdıkları tevekkül ve inanç dolu son mektuplarını hatırlıyorum. 12 Eylül askerî yönetiminin idam ettiği Fikri Arıkan'ın başında Fatiha okuduktan sonra "Son Ülkücü" anılarına daldı. Yan yana hücrelerde kalmışlar. "Benim cıgaralarımı içerdi." derken yüzü bulutlandı. "Son on gün hiçbir şey yemedi; sırf idam sehpasında bir problem yaşamamak için." diye ekledi. "Benim canım" dediği, kitabesinden sadece 17 yıl yaşadığı anlaşılan Murat Oğuz'un başında çok hüzünlendi. Yine idam edilenlerden Ali Bülent Orkan'ın mezarı tek başına duruyordu. Sebebi, kimsesizler bölümüne defnedilmesi imiş. Etlik Polisevlerinde üç ülkücünün öldürülmesinin ertesi günü Piyangotepe'de yedi solcunun öldürülmesi olayından yargılanmıştı. "Son Ülkücü" onun mezarı başında bana kısa ve öz bir yakın tarih dersi anlattı. "Her sıkılan kurşun bu ülkeye zarar verdi. Her ölüm bu ülkeyi kargaşaya sürükledi." diye söze başladı. "Yaşarken sıcağı sıcağına fark edemedik." diye ekledi. Tek tek ölenlerden, öldürülenlerden ve olaylardan isim, yer ve tarih vererek bahsetti. Öğretim üyelerinden, savcılardan, polis şeflerinden örnekler verdi. Peşinden bugüne geldi. "Ergenekonculardan bahsederken vitese takmamın sebebi işte bu; namlunun ucunda çözüm arayanlar Türkiye'ye kötülük eder." diye sözlerini bitirdi. "Son Ülkücü" benim 76'dan beri dostum. Hayatı inancın, cesaretin ve fedakârlığın zorlu bir karışımı. 12 Eylül'den sonra 90 gün boyunca C-5'te işkence görürken, kafasına silahı dayayan polis şefine "Tetiği çekmezsen şerefsizsin." diye bağırdığını biliyorum. Ona "Son Ülkücü" dememin sebebi, bir zamanlar yücelttiğimiz her şeyi değişmeden tek başına ve eksiksiz temsil etmesi. O küçük bir çocukla akranı gibi konuşabilir; fırıl fırıl dönen gözleri ile yüreğindeki sıcaklığı karşısındakine aktarabilir; ve düzenli olarak bakımını yaptığı mezarlarda yatan eski arkadaşlarıyla hasbihal edebilir. Saçı sakalı bembeyaz, ama yürüyüşü hâlâ eskisi gibi korkusuz. Mezarlığa yakın gaz istasyonunda her geleni tevazû içinde, bir derviş gibi misafir ederken bir çağın, daha doğrusu bizim neslimizin vicdanı gibidir. Benzeri kalmadığı için de "Son Ülkücü"dür. En önemli fark, bugün "diğerleri"ni de, "karşıdakiler"i de bir kayıp olarak görmesi. Bana düşen önceki gün İvedik Mezarlığı'nda aldığım bu yakın tarih dersini, Ergenekon'dan kafası karışanlara ve üniversitelerde kabına sığamayan ve kavga arayan gençlere nakletmek. "Son Ülkücü" durumu "bu filmi daha önce görmüştük" diye özetliyor. Bu söze ilave edilecek bir şey var mı?