Kayseri Trabzon İstanbul… Hoca’nın her birini nakış nakış işlediği kilometre taşları idi.
Nihayet manevi gıdasını aldığı Fatih’te, maddi ve manevi kalkınmanın yol haritasını çizmişti.
Gurbetten ayağının tozuyla geldiği ata yurdunda kolları sıvamış, geliri tabana yaymanın pratiğini sergilemeye başlamıştı.
“Yeter söz milletin!” sloganıyla gelen Menderes, Polatkan ve Zorlu, Hoca’ya adeta “Bölünürsek yok oluruz, birleşirsek tok oluruz!” serlevhasıyla destek olmuş, traktör ve motor fabrikalarıyla ekonomiye cansuyu verilmişti.
Kiremitini ve topluiğnesini ithal eden Türkiye’den, kendi ayakları üstünde duran Türkiye’ye…
“Tarihte her hareket, bir kişinin ayağa kalkması ile başlar!”dı.
Nihayet darbe ile önü kesilen vatan evlatları, idam sehpalarında bile yolundan dönmemiş; geride, gözleri buğulu genç bir mühendis bırakmışlardı.
Asıl mücadele şimdi başlıyordu.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığı’nda, ülkenin büyük fotoğrafını çekmiş; köyde “maraba” şehirde “taşra” Anadolu insanına eşit imkan sağlamak için, zinde güçlerle, postal yalayıcıları ile, halkın iradesini hiçe sayanlarla kora kor dişe diş bir mücadele içine girmişti.
“İstanbul hibe desteğinden, krediden ne kadar yararlanıyorsa Anadolu insanı da istifade edecek!” direktifi ile şimşekleri üzerine çekmiş; bir taraftan da Son Ahi Beyi olarak ülkenin her karışında ‘beklenen adam’ olmuştu.
Nihayet köyden şehre akın başlamış, Ankara’da Akköprü, Istanbul’da İkitelli, misafirlerini karşılamıştı.
Artık şehirler, kasket takmadan girilemeyen yerler değil, yeraltı yerüstü kaynaklarının hayata geçirildiği mekanlardı.
Sobalı küçük atölyelerde kurulan Ostim, sınırları aşan, kabına sığmayan bir heyecan patlamasına dönüşmüştü.
Anadolu insanı, “Keşke Erbakan başta olaydı da, bir tek işçimiz gavurun ekmeğine muhtaç olmayaydı! Avrupa, en ağır işleri en ucuz ücretle bize yaptırdı. Sırtımızdan kalkındı gelişti. Maaşımızın yarısı, gurbette ev kirasına gitti. Sömürüldük!” diye hayıflanmıştı.
TOBB’daki seçim zaferini hazmedemeyen Demirel ve avanesinin, makam odasını koçbaşı ile kırdırması sonucu derdest edilen Hoca, “Atımızı alan yolumuzu da almadı ya!” diyerek Bağımsızlar Hareketi’ni başlatmıştı.
Üç arkadaşı ile etkili bir muhalefet sergilemiş, solcuların ipe götürdüğü Gezmiş ve arkadaşlarına verilen idam cezasının adil olmadığını haykırmıştı.
Her kesimden teveccüh gören Hoca’nın önü, ancak muhtıralarla kesilebilmişti.
Hükumet ortağı olması ayak oyunlarıyla engellenmeye çalışılmış; lakin mızrak çuvala sığmamış, temelini attığı fabrikaların açılışı MC hükumetlerine nasip olmuştu.
Kaos planlayıcıları, ‘Kurt dumanlı havayı sever’ misali, sağdan soldan gençleri sahaya sürmüş; kimvurduya gitmişlerdi. Amaç, vatanın şahlanışını önlemekti.
Binlerce insanın güpedündüz katledilmesine seyirci kalan Cuntacılar, eline kardeş kanı değmeyen tek adam Erbakan’ın gümbür gümbür geleceğini hissetmiş, düğmeye basmışlardı.
Teşkilatlanmasını ‘içerde’ tamamlayan Hoca’nın yeni hedefi Yerel Yönetimlerdi.
Şanlıurfa’nın başlattığı iç dinamikleri harekete geçirme harekatı, 89’da 5 ille taçlanmış, 94’teki 28 ille perçinlenmişti.
Belediye Başkanları, gurbetçilere, “Artık dönün; arsa alt yapı bizden, fabrika sizden!” mesajıyla, birikimleri ülkeye çekmeye başlamışlardı.
Yerli, Milli ve Anadolulu yöneticiler, istihdamın yolunun kaynak meydana getirmekten geçtiğini biliyorlardı.
Yereldeki başarıyı, merkezi hükumete taşımanın zamanı gelmişti. 95 milattı.
“Özal olsaydı Erbakan’la hükumet kurardı!” sözünü haklı çıkarırcasına, ANAP’ın başında Yılmaz’ın olması tam bir talihsizlikti.
“Sağı birleştirelim!” çağrısı yapılmış; sağ birleşmiş, lakin sağduyu birleşmemişti.
Nitekim 73’te de, MSP’yi dışta tutmak için, “Merkez sağ ile merkez sol birlikte hükumet kursun!” demişlerdi.
Çiller-Yılmaz hükumeti, bütün değerlerin ayaklar altına alındığı bir sarsılma idi.
Tek seçenek kalmıştı. Hak sahibine verilecek, sandıktan 1. çıkan Hoca, başbakan olacaktı.
Hükumeti kurar kurmaz, Endonezya’dan Nijerya’ya Adil Bir Dünya seferberliğine çıkmış, içerde de Havuz sistemi ile iç dış borçlanmanın önüne geçmiş; elde edilen kaynakla da işçiye, memura, emekliye alabildiğine maaş zammı yapmıştı.
“Nereden bulacak da verecek?” diyenlere, “Sizin açtığınız kara delikleri kapatarak!” diye serzenişte bulunmuştu.
Bir devlet kurumunun kasasında para varken, başka bir devlet kurumunun faizle borçlanması akla mantığa sığar mı?
Bir taksiye, farklı kesimlerden 4 kişi bindirilmiş, kamyoncuya da “Haydi bunları yardan aşağı at!” talimatı verilmiş, adına da ‘Susurluk’ denmişti.
Amaç, Hoca’nın karşısındaki cepheyi genişletmek, yeni mevziler kazanmaktı.
5’li Çete ağaları, güpegündüz cuntacılarla aşık atışması yapıyorlardı. Pervasız ve arsızdılar.
Geçer akçe laiklik, senaryo gece baskını, figüran bastonlular, taşeron akredite basın, orkestra şefi Baydur ile Denizer, çığırtkan Karadayı, borazancıbaşı Gülen idi.
31 Mart Ayaklanması’nın bütün sinir uçları sahadaydı.
DYP’den eksilen Meclis aritmetiğini, Anadolunun yiğit sesi bağrı yanık Muhsin Başkan tamamlıyor, “Halka namlusunu çeviren tanklara selam durmam!” diyordu.
Nihayet görev değişikliği zamanı gelmiş; görev Çiller’e verilecek iken, Demirel usulü yetki gaspı gerçekleşmiş; Yılmaz-Ecevit hükumetleri ülkeyi adeta açık cezaevine çevirmişti.
Bu koro, her darbede, ya baskıncı ya kaçakçı ya da yancı idiler.
Milletin malı, hortumculara peşkeş çekilmiş; Cunta ve eski tüfek avaneleri, zenginci bir yapı içine girmişlerdi.
Her darbe, kendi zenginini üretir, halkın sermayesini tüketirdi.
Her şey halkın gözünün önünde olup bitmişti, ama sarsıntıları nesiller boyu sürecekti.
“Biz ve diğerleri!” meğer sıradan bir söz değil, tarihi bir gerçekleşmiş.
Ruhu şad olsun!