Sayısallaştıramadıklarımızdan mısınız?

Prof.Dr. Mehmet Gürol

TV’nin karşısındayım. Taksimde korkudan kaçışan insanlar. Diğer taraftan iki aydır aynı binada yaşamamıza rağmen görmediğim, konuşamadığım komşular. İlişkisiz gibi görünen, ama birbirini tamamlayan iki manzara. Ani telefon sesi. Mekke’den içimi aniden ısıtan, huzur veren bir ses. ‘Oğlum, nasılsınız?’. Bir tarafta uzaklardan huzur veren  ses, diğer tarafta duvar. Beynim zonklamakta. Felsefe ‘gel içime gir, o zaman anlarsın’ dercesine beni davet etmekte.

Camus, Ne Kurban Ne Cellat adlı denemesinde 17. Yüzyılı matematik, 18. Yüzyılı doğa bilimleri ve 20. Yüzyılı da korku ve dehşetin çağı olarak nitelendirmiştir. Gerçekten de 20. Yüzyıl korku çağı olmuştur. Sanki Aristo’nun şu önermesi uygulanmıştır: ‘Gerçek devlet adamı yurttaşlarını sürekli uyanık tutmak için hayali korkular icat etmeli ve uzak tehlikeleri yakınmış gibi gösterebilmelidir’. Mills de yaşadığımız dönemi endişe ve can sıkıntısı olarak tanımlamıştır.

Geçtiğimiz yüzyılın korku kültürü, günümüze mekanikleşen toplum ve iletişim kuramayan insan biçiminde yansımıştır. Tüketim uygarlığının kölesi gibiyiz. Tüketerek yaşadığımız içsel boşluk duygusundan kurtulmak isterken daha da kötürümleşiyorz. TV gibi basit halk kültürünün niteliksiz ürünlerinin esiri olarak müşteri konumuna geçmekteyiz.

Fromm’un dediği gibi güler yüzlü teknoloji faşizmini mi yaşıyoruz? Yoksa bir nesneye veya bir şey’e mi dönüştürülüyoruz?  Bir meta olarak pazardan alınıp satılıyor muyuz? Sınırsız tüketimin bir aracı mıyız? Böyle ise insan olarak anlamım ne olacak? Goethe’nin dediği gibi yığın haline getirilip belirli bir ruhla sallanıp, akıntıya kendimi mi bırakacağım? Yoksa Wilde’nın dediği gibi en önemli ihtiyaçlarım gereksiz şeylerden mi oluşturulmaktadır? Sınıflandırılmış, sayısallaştırılmış, kollektif yalnızlığa itilmiş, içi boş nesne olarak popüler kültürün içine girmiş bir kimliksiz topluma mı gidiyoruz?

Bu durumun sorumlularını ajanlık yaparak bulmak istiyorum. Kim acaba? Felsefe kuyusunun dibinde bununla ilgili bir şeyler aradım. Yine karşıma Goethe çıktı. Goethe ‘kendini beğenmenin anlamsızlığ içinde, yüreklerinden yalan bir Tanrı sevgisi, dillerinde sahte bir Tanrı korkusu, bire bin katarak her güzel şeyi aşağılayarak, iyi duyguları yok edenler… kötülük. Hep onların başının altından çıkıyor. Sevgisizliğimizin ve dolayısıyla mutsuzluğumuzun üreticisi onlar…’

Yoksa bunun sorumlusu, Shakespeare’nin Atinalı Timon’da olduğu gibi kendi çıkarlarının peşinde koşan sefil ve bencil bir varlık mı?  Ya da yalnızlığa paralel olarak artan narsizm mi?

Bilemiyorum. Kategorize oluyorum. Sayısallaşıyorum.

Soru sorma diyorlar. Hemen aklıma Disraeli’nin ‘Cehalet asla soru sormamaktır’ sözü geliyor.

Vazgeç bu işlerden diyorlar. Hemen aklıma Ivins’in ‘Ne yaparsanız yapın asla vazgeçmeyin. Vazgeçerseniz tek yapabileceğiniz şey, şikayet etmek olacaktır’ sözü geliyor.

Neyse. Walpole’nin dediği gibi ‘içinde sevgi ve anlayış bulunan bir tek dünya ailedir. Dünya düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir’.

Kuyudan çıkmam lazım. Boğulmak üzereyim. Yunus Emre, ipini yine uzattı. Allah razı olsun.

Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.