SAYILI GÜNLER!

ŞEVKET TANDOĞAN

            On bir ayın sultanı Ramazan-ı şerif ne çabuk geçti. Son günlerini yaşıyoruz. Hızla akıp gitmekte olan günlerle, ömür sermayemiz tükenmekte, genç-ihtiyar her kes mukadder sona doğru biraz daha yaklaşmaktadır. Mukadder son dediğimiz ecelimiz meçhul olduğu için, hiç kimse ne kadar kaç gün, kaç saat ömrü kaldığını bilemediğine göre, hesabımızı iyi yapmak ve hazır bulunmak zorundayız.

            Bugün genç olanlar, Mevlâ ömür verirse bir gün yaşlanıp ihtiyar olacaklar. Sürüp giden bir kervan yolculuğu var. Devamlı sevkiyat var. Bu gerçeği görmezden gelip, gözümüzü kapatarak bu iki kapılı handa kalamayız.

            Tabiri câizse koskoca bir gerçek daha var, o da GÜZ MEVSİMİ diyebileceğimiz ihtiyarlık. Evet ihtiyarlık, güz mevsimi veya akşama en yakın olan İKİNDİ VAKTİ… Geçen yıllar içinde yıpranan vücudumuz bize, kabir tarafına doğru bir rampadan âdeta yuvarlanırcasına indiğimizi söylüyor. Ömür dediğin ne ki? Çabucak geçiverir.

            Birçoğumuz çabucak geçiveren gençlik hülyâlarından sonra, ihtiyarlık alâmet ve ikazlarıyla yüz yüze bulunuyoruz. Her ne kadar kimilerimiz gaflet ve zulmet içinde bu gerçeği göremiyorsa da, berzah âlemi kabir, önümüzdeki ilk uğrayacağımız duraktır.

            Başta âlemlere rahmet sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ve onun vârisleri olmak üzere, tüm Enbiyâ, Evliyâ, Sâlihler, şehitler ve topyekün mü’minler orada değil mi? Hz.Âdem’den buyana hep oraya akın etmiyorlar mı? Eğer irtihal etmeden cennet ve cemâl-i İlâhî’ye kavuşmak mümkün olsa idi, iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) gitmemesi gerekirdi.

            İnsan ihtiyarladıkça dünyayı da ihtiyar ve fâni hissetmeye başlar. Yıpranan bünyesiyle birlikte, dünyada sevdiklerinden ayrılma vaktinin geldiğini anlaması, insanların bedeni gibi, ruhunda da ciddî değişimler meydana getirir. Ancak mü’minlere bir rahmet-i ilâhî olarak, o ayrılık hissi, Mevlâsına kavuşma arzusuyla teselliye dönüşür.

            Rabbimizin hudutsuz affını, rahmetini, lütuf ve ihsanlarını düşünen mü’minlerde, hüzün ve endişeler, yerini ümitvâr olmaya bırakır. Onlar ölüm döşeğinde meleklerin refakatinde cennetteki makamını görüp, hayran hayran seyrederek acı duymadan kolayca ruhunu teslim eder.

            Netice itibariyle genç yaşlı her kes, bu dünyayı göz kamaştırıcı muntazam bir şehir, bir saray gibi görmeli, burada gelip geçici müsâfir olduğunu, ebedî ve sermedî olanın âhiret âlemi olduğunu hiç aklından çıkarmamalı.

            Öyleyse gelin, müsâfirliğin er veya geç biteceğini, asıl ikametgâhımıza intikal edeceğimizi, orada nâil olacağımız nîmetleri ve hepsinin ötesinde müşerref olacağımız CEMÂL-İ İLÂHİYİ düşünelim. Kulluğun icaplarını yerine getirelim: Kur’an yolundan ayrılmayalım, Resûlüllah’ın vârislerinin izinden gidelim, bid’at ve dalâlete sapmayalım, tevbe-istiğfârı eksik etmeyelim.

            Böyle yapabilirsek dünya ve âhiret saadetine ereceğimiz için, ölüm, bir odadan öbür odaya geçmek gibi kolay olacaktır. Kâmil mü’minler zaten ölü sayılmazlar, onlar bir evden diğer eve göçmüştür.

            Yazımı, büyük âlim ve mütesavvıf Aziz Mahmud Hüdâî’nin bir şiiriyle bitirmek istiyorum:

            Kim umar senden vefâyı, yalan dünya değil misin?

            Muhammedü-l Mustafâ’yı, alan dünya değil misin?

                        Kasd edip halkın özüne, toprak doldurup gözüne,

                        Ehl-i gafletin yüzüne, gülen dünya değil misin?

            Yürü hey vefâsız yürü, sensin hod bir köhne karı,

            Nice yüz bin erden geri, kalan dünya değil misin?

                        Eğer şâh-u eğer bende, her kişiyi salan bend’e,

                        Kimse mekân tutmaz sende, viran dünya değil misin?

            Kimisini nâlân edip, kimisini giryân edip,

            Âhir-i kâr üryan edip, soyan dünya değil misin?

                        Sihrile donatıp kendin, meydana salan semendin,

                        Âleme mihnet kemendin, salan dünyâ değil misin?

            İşin gücün daim yalan, çok kişiden arta kalan,

            Nice kere boşalarak, dolan dünya değil misin?

                                                                          (Aziz Mahmud Hüdâî)