Modern dünya da gündeme gelen türlü türlü felaket senaryolarını biliyoruz. Ancak şimdi ki durum artık senaryo olmaktan çıktı. Yaşanılan bir hal oldu.
Küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve neticede doğanın dengesinin bozulması.
İnsanlığın ortak mirasını kullanmada, doğayla kurulan ilişkide modern insanın bakış açısı ve neticesinde bu bakış açısına göre inşa edilen modern medeniyetin getirdiği sonuçlarla karşı karşıyayız.
Mustafa İslamoğlu"nun şu tespitine katılmamak elde değil. İnsanoğlu, Allah"ın misafirhanesinde konuk olduğunu unutarak haneyi harap etme konusunda bu kadar gelişmişine dünya ilk defa şahit oluyor.
Gelenekle bağını tamamen koparan modern insanın Allah-insan, insan-insan ve insan-tabiat ilişkisine ait bir sonuçtur bu.
Bu durum, Aydınlanma dönemiyle birlikte Descartes"le parçalanan hakikatin modern insanın zihninde bir daha bütünleşememesidir. Yaşananlar, zihinlerin parçalanması neticesinde tabiatın parçalanıp tahrip edilmesine kadar uzan çizgin en vahim halidir.
Oysa her şeyin yerli yerine oturtulduğu geleneksel yaklaşımlarda tüm olup bitenler bir anlam ve ahenk içersinde değerlendirilmişti.
Mesela, tabiata manevi bir gözle bakılmış. Tahrip edilecek bir alan olarak bakılmamış asla. Bu hem Budizm ve Taozim gibi geleneksel dinlerde hem de ilahi dinler de aynı şekilde algılanmış.
Bu bakış aşısında, insan, tabiat ve tabiata ait tüm canlılar ahenkli bir bütünün parçalarıdır. Dolayısıyla, bu bütünü koruyup dengeyi sağlamak esastır.
Bu tutumun özünde ise tüm varlıkların Mutlak Varlık ile (Allah) ilişkilendirilmesi vardır.
Bu anlayışı vereceğimiz örnek en güzel şekilde ortaya koyar;
Aziz Mahmud Hüdai ve arkadaşları, bir gün Bursa da kırlara çıkarlar. Döndüklerinde bütün dervişlerin ellerinde Üftade"ye sunmak üzere birer demet çiçek vardır. Hüdai ise şeyhinin huzuruna soluk, buruşuk bir çiçekle çıkar. Üftade Bana şu sapı kırık çiçeği mi layık gördün? diye sorunca şu cevabı verir: Size ne sunsam azdır efendim. Fakat hangi çiçeğe elimi attıysam Tanrı"nın adını zikrettiğini işiterek irkildim. Yalnız bu çiçekten ses çıkmıyordu, bende koparıp onu size getirdim der.
Düşünebiliyor musunuz; böyle bir anlayışa sahip birisi çevreye, doğaya kısaca canlılara nasıl zarar verebilir. Bu insanların düşüncelerinde ezmek, öldürmek, yok etmek, hırs, intikam olabilir mi?
Allah"ın yarattığı her şeyin güzel olduğu inancı, insanı diğer tüm varlıklarla güzel ilişki kurmaya teşvik etmiştir. İlahi iradeye boyun eğen insan uyumu esas almış ve dünyayı tezyin edilecek güzelliği gerçekleştirme mekânı olarak algılamıştır.
Bu ince anlayış sosyal hayata, sanata, edebiyata, kültüre, mimariye kısaca hayatın her alanına yansımıştır. Neticede hayata bereket, ilişkilere merhamet, yapılara güzellik ve gelmiştir.
Şimdi sormak lazım. Bu gün müzikten mimariye kadar olan çirkinlikler, zevksizlikler yaşama tarzımızdan, hayat anlayışımızdan ayrı değerlendirilebilir mi?
Büyük binalarla, gökdelenlerle meydan okuyup, yapıları yücelterek adeta insanı küçülten ve dünyayı çirkinleştiren çizgilere kendisi de bir çizgi atan ellerin kutsalla bağı ne kadar olabilir?
O halde iyi niyetin yeniden hâkim olduğu, diğer varlıkların mutlak varlık karşısında yerini ve konumunu bildiği bir dünya da her şeyin yerli yerine oturması zor olmayacaktır.
O zaman ekmek, ekmek gibi tat verecek, karanfil, karanfil gibi kokacaktır.
Yağmurlar O"nun emriyle rahmete dönüşecek, börtü böcek o ahengi devam ettirecektir. Toprakla ilk yaratılışta kurduğumuz ilişki devam ettikçe düzen bozulmayacaktır.
Mertliği bozan silahlar gibi doğayı bozan kimyasallar ve hormonlar hayattan çıktıkça dünya daha yaşanılası olacaktır.
Aksi halde doğaya, hayata, insana yapılan yapay müdahaleler ise er veya geç bize dönecektir.
Sonuç çok açık;
Küresel ısınma, ozon tabakasın delinmesi, buzulların erimesi, iklim değişiklikleri, kuş gribi ve kene
Dengeyi bozup kaosda düzen arayan modern insanın geldiği son nokta bu olsa gerek.
Yani kendi ellerimizle yaptıklarımızı hasat ediyoruz. Rüzgâr ektiğimizin farkında değildik ama fırtına biçtiğimizi anladık galiba.