Onlar öndeler…
İşbirlikçi düzenler, statükocu rejimler, gardiyan devletler, adı zulümle anılan hükumetler, cennet satan ruhbanlar, karşılarında Kutlu Nebileri buldular.
Yalnız O’na inanan ve yalnız O’ndan yardım isteyen Resuller, şehit edildiler, açlıkla imtihan edildiler, ihanetle denendiler.
Yurtlarından çıkarıldılar, işkenceye çekildiler, iftiraya uğradılar; yılmadılar. ‘Konjonktür’ bilmezler, ‘reel politik’ tanımazlardı.
Özgürlük, mancınıkların ucunda, geminin güvertesinde, bir derin kuyuda, suya bırakılan sandıktaydı. Seylan’da, Tuva’da, Urfa’da, Eriha’da, Kenan ilinde, Hira’da, Hudeybiye’deydi özgürlük.
’Sağ eline güneşi, sol eline ay’ı verseler’, dönmemekti. ‘Haberleri’ geldi, Yüce Kitap’la birlikte. Aşık oldu insanlık. Tutkuya dönüştü, bir sevda oldu.
Gemilerle yayıldı, atlılarla ulaştı uzak illere. Uzaklık göreceydi, ‘uzak’ bazen yanıbaşındaydı. ‘Yakın’ en uzak yerdeydi.
Ordular toplandı, kılıçlar çekildi, miğferler takıldı, zırhlar giyildi, ‘sözün bittiği yer’de adaletin bükülmez bileği konuştu.
Gücün Sahibi Adına…
Karşılığını ötelerde arayarak ‘bir başkasına’ yardıma koştular. Kurtardığı, engizisyondan kaçan Yahudi, İngiliz’in açık cezaevine çevirdiği İrlandalı, korsanlara direnen Açeliydi.
Devran döndü. Haçlı başkaldırdı, ittifak yaptı. Hendek’teki ihanet hortlamıştı, yeniden. Beni Kurayza, Fransa’nın yanındaydı.
Limon Von Sanders’in Çanakkale’de ne işi vardı? Sevr’de İttihatçının danışmanı, siyonist Haim Naum’du. Türkiye’yi kurtaracaktı(!)
İngiliz’e peşkeş çekilen Filistin, Yahudi’ye terk edilen Hicaz, bir Tek Parti oyunuydu.
İsrail’i ilk, Cezayir’i en son tanımak redd-i mirastı. Tarihi red, vahyi red, insanı reddi. Sevgiyi red, onuru reddi. Oysa, ‘Bütün onur Allah’a, Resul’üne, mü’minlere ait’ti.
‘Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Kim onları dost edinirse, o da onlardan’dı.
Ve, ‘Sen onların dinine girmedikçe, onlar senden asla razı olmazlar!’dı. Papaz şapkası giysen bile!
Olan oldu. Kudüs’ün, Ramallah’ın, Gazze’nin sabahı çığlık, öğlesi kıtlık, akşamı açlıktı. Gücünü, başka değil, 206 ülkeye(!) yolladığı piyonlardan alıyordu İsrail. Kimine cumhurbaşkanı, kimine başbakan, kimine bakanlar kurulu atamış, rol biçmişti.
‘Esin, yağın, gürleyin! Halkınıza başka konuşun, bizimle başka anlaşın. –ecek, -acak deyin, yapmayın. Hatta o kadar ileri gidin ki, hainlikle suçlayın, bizi. Maksat kötülük olsun. Yaptırıma gelince, zamana yayın. Nasılsa gündem değişir. Unutur, halkınız.
Sonra ligler başlar. Fikstürler gezer ceplerde. ‘En büyük kim?’ yarışına girerler. Gizli şirk yakalarını bırakmaz, fena mı?
………………………
Unutmamıştı onlar. Seküler hayata inat, Al-i İmran 104 diyorlardı. Bir sabah evlerinden çıktılar.
Ali Haydar, İbrahim, Cevdet, Çetin, Necdet, Furkan, Fahri, Cengiz, yine Cengiz… Diyarbakır’a, Istanbul’a, Adana’ya, Malatya’ya, Kayseri’ye, Adıyaman’a, İzmir’e, İskenderun’a… insanlığı miras bıraktılar.
Şehit kentler, şahitlerini uğurladı. Varsın tabelada başka yazsın, hep onlarla anılacak şehirler, bulvarlar…
Fetih’ten sonra Istanbul, yeniden yaşadı, o anı. Ulubatlı, sancağı Cevdet’e bırakmıştı. Cevdet en önde, şehir ayakta.
Davudi sese ses katan milyonlar:
‘Seni bir bomba gibi, taşımak bu göğüste!
Bir Ebubekir kıldı, bir Ömer kıldı beni!’
En büyük kazanca hasretti Furkan! Yurtların En Güzeli’ne kavuşmuştu. Hanzele Kent’ti, bundan böyle, Kayseri’nin diğer adı.
Gaziler vardı, şehidin başı kucağında, şahitliğe selam duran… Bülent’ti, Ali Ekber’di, Abdülhamid’di, Hakan’dı, Sümeyye’ydi…
Beş yüz gazi, beş yüz beldeye girdiler, bir akşam üstü. Anadolu, Gazze oldu. Gazze, Anadolu… Sınırlar mı? Yok artık. Yüz yıllık masal bitti. Acı bitti. Utanç bitti. Böl, parçala, yut! Bitti.
Parçala Lozan’ı, kaldır sınırları!
Ve yeniden anlattılar dünyaya:
‘Biz halkız! Sermayemiz bedenimiz, şehadet kar’ımız!