Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar / O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar...
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor
diyen Mehmet Akif ERSOY beyefendinin ruhu şerifleri şad olsun, kabri şerifleri nur dolsun. Gelmişi geçmişi Resulü Zişan efendimin şefaatlerine nail olsun. Aramızda Çanakkale’ yi ve o dönemleri yaşayıp manen, ruhen en iyi anlatan bizzat zatı şerifleridir.
O günden bu güne hep okuruz, ders, tarih, makale ve broşürlerde “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” diye. Lakin bu söz nedir, neyin nesidir, kim söylemiştir bilinmez ama 18 Mart 1915 tarihini duyduğumuzda aklımıza ilk gelen cümle “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dir.
Sözü fazla uzatmadan konumuza doğru yol alırsak; Çanakkale’nin geçilemeyeceğini anlayan Avrupa’nın sözde koca devletlerinin donanmaları, arkalarına dahi bakmadan geri dönmek zorunda kaldılar.
Çoğu haçlı zihniyetli kendilerini Avrupalı diye adlandıran, hangi ırktan, milletten olduğu dahi bilinmeyen insanların, topraklarımızdan gittiklerini duyan Anadolu insanları, bulundukları yerleri bayram yerlerine çevirdiler. İstanbul'a zafer haberi ulaştığında halk sokaklara döküldü, herkesi ayrı bir sevinç kapladı.Lakin 57.000 şüheda (şehitlik) makamına ulaşan Mehmetçiklerimizi ve aralarında bulunan analarımızı da arkamızda bırakarak.
Ehli iman olan o Mehmetçiklerin hepside şüheda makamına yükseldiler. Yüce Mevla’m bizlere de o makamları nasip eylesin. Yoksa Allahu Zülcelal Hazretlerinin huzuruna çıkacak ne yüzümüz var ne cesaretimiz. En azından şehitlik makamıyla gidersek belki yüzümüz olur Allahu Zülcelal Hazretlerinin huzuruna çıkmaya.
Çanakkale’deki zafer tez duyulur İstanbul’a. Süleymaniye Camisi'nin yaşlı mahyacısı içindeki coşkuya dayanamayıp, yanına çıraklarını da alıp aklına ilk gelen iki kelimeyi minarelerin arasına, yani mahyaya yazıp yatsı namazına kadar kandilleri yetiştirir. İstanbul’un her yerinden görülen mahyadaki iki kelime aynen şöyledir.
“ÇANAKKALE GEÇİLMEZ”
Bu sözün temel çıkış noktası Süleymaniye müezzini derviş ruhaniyetli, bu zatın gönlünden mahyaya, oradan da İstanbul’a, oradan da tüm Anadolu’ya ve dünyanın her yerine Çanakkale’nin geçilemeyeceği beyan edilmesidir. Bizlerde o gün bugündür bu kelimeyi kullanırız.
Peki, Çanakkale neden geçilemedi?
Hiç düşünmeye fırsat bulduk mu? Askerlerimiz teçhizat ve silah yönünden çok iyi değillerdi. Savaşmayı çok iyi bilirler, lakin cepheden cepheye koşmaktan yorgun düşmüşlerdi. Ellerine hiç silah almamış olanlar çoğunluktaydı? Sadece cephede bir veya iki haftalık temel eğitimle düşmanın karşına geçiyorlardı.
Çanakkale’nin geçilememesinin başlıca temel sebeplerinden birisi; çoğu insanlarda olmayan vatan sevgisi dediğimiz manevi duygularıydı. Bu duygu ve maneviyat sadece kimlerde olabilir derseniz imanı kemale ermiş olgun beşerler de olur.
Zira kâinata rahmet diye gönderilen sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimiz, Rabbim bizleri şefaatlerine nail eylesin “Vatan sevgisi imandandır” sözünün sırrı, cephede ki, cephe gerisindeki, huduttaki, vatan savunması yapan Mehmetçik gönüllü insanların kalplerine sirayet ettiği içindir.
Konuyu cephe öncesine doğru taşırsak, Ecdadımızın yaşamış olduğu o dönemlerde öyle bir birlik ve beraberlik vardı ki sabah, öğlen, akşam sofraya oturan aileler sofralarında aynı çorba kâsesine kaşık sallarlardı. Sofraya konan her türlü yemek tek kâsede olur, herkes o kâsenin içine kaşığını sallar ne gelirse bahtına diye de düşünmezlerdi.
Zira sofra o kadar bereketli olurdu ki kimsenin kaşığı boş dönmezdi. Kâsenin dibinde kalan son lokmada sofrada oturan en küçük bireye “Nişanlın güzel veya kısmetin bol olsun” diyerek sıyırması söylenirdi. Yemeğin bereketi başında mı ortasında mı veya sonunda mı hiçbir zaman bilinmez. Bu sofralarda birlik beraberlik içinde yetişen bireylerin düşman karşısındaki duruşlarını varın siz düşünün. Kısaca Rahmet kapıları ilk önce sofralardan daha sonra hanelerden açılır dünyaya. Farkında olmak lazım…!
Resulü Zişan efendimiz bir hadisi şerifinde şöyle buyurur “Birlikte rahmet, ayrılık da azap vardır”o günlerde birlikten hiç ayrılmadık o yüzden sırtımız yere gelmedi. Elhamdülillah… Mevla’m bu günde ve gelecekte de aramıza şeytanın nifakını sokmasın (Amin).
Çanakkale’deki manevi şuurun diğer bir sırrı da “Edep” ten geçer. Edep;güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, hayâ, nezaket, zarafet demektir. Dolayısıyla Kurtuluş savaşından sonra Anadolu’ya baktığımızda kadınlar erkeklerin iki üç adım arkasından gelirler hiç önlerine geçmezlerdi. Hiçbir baba, hiçbir anne çocuğunu olur olmadık yerde kucağına alıp okşayıp sevemezdi. Bu olayları günümüz de yorumlayan birçok Aristokrat zihniyetle geçinen insanlar Anadolu’da kadın ve erkeğin hep geri kalmışlığın göstergesi olarak yorumlarlar.
HAKİKAT İSE;
Şanlı Osmanlı imparatorluğunun çöküş döneminden başlayarak ve cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen birçok savaşta “Evladı Güzin’leri” hakkın rahmetine uğurladık. Kimisi babaydı, kimisi anne, evlat, genç, sevgili, çoluk, çocuk hepsini vatan uğruna, şüheda uğruna feda ettik. Rabbim atalarımızı vaat ettiği yüce makamlara yükseltsin inşallah.
Geride kalanlar ise; dul kadınlar, yetim ve öksüz çocuklar, bekleyen nişanlı kızların sönmüş umutları ve hayalleridir. Anadolu’nun mukaddes her bir karış toprağında Mehmetçiğin yolunu gözleyenler muhakkak birileri vardır, lakin hiçbir zaman da bekledikleri gelmeyeceklerdir.
Gazi olarak dönenler ise bulundukları yerlerde eşlerini yanına alıp, ellerini tutup çarşı pazar, gezmediler, gezemediler. Başkalarının yanında çocuklarını öpüp koklayamadılar. Tek bir sebebi vardı. O dönemlerde her ailede cepheden gelmeyen şehit olmuş bir Mehmetçikleri vardı. Cephelerden geriye dönmeyen ailelerin eşleri, çocukları, nişanlıları bu hallerimizi görüpte “Keşke benim eşimde, babamda, nişanlımda yanımda olsaydı, yan yana gezer, el ele tutuşur, başımı okşardı” diyerek içlerinden olur ya geçiriverirler diye senelerce bu hal üzerine yaşadılar, sokaklarda, çarşıda, pazarda. Kısaca EDEP’ den dolayı.
Yeri gelmişken aşağıdaki anlatacağım manidar yaşanmış bir hikâyeyle konumuzu bağlayalım.
Halil Çavuş Hikayesi;
Hatta sizlere Ali çavuşun torunun ağzından anlatacağım.
Halil Çavuş Çanakkale savaşları başladığında kırk yedi, kırk sekiz yaşlarındaydı. Oğlu Ali ise ondokuz veya yirmi yaşlarındaydı. Ali Çanakkale’ye gider...
Halil Çavuş’un hanımı, bir gün dükkâna gelir.
“Bey, eve iki asker geldi. Seni sordular” “Tamam hanım olur, ben şimdi gider, öğrenir gelirim. Canım çekti, sen akşama ocağa bir kuru fasulye vur da yiyelim” der.
Dükkânı toparlar, askerlik şubesine gider, kendini tanıtır. Komutan ayağa kalkar;
“Sen nerde kaldın? Yürü, Edremitliler Çanakkale’ye gidiyor. Koş yetiş...” “Aman bey, varıp eve haber vereyim, helalleşeyim.” der.
“Mümkün değil kafileden kopma, koş, yetiş eve biz haber veririz”
Gerçektende hemen eve koşup,
“Kocanızı Çanakkale’ye yolladık” diye haber verirler.
Aradan hayli zaman geçer. Kurtuluş Savaşı sonunda Ali geri döner. Halil Çavuş’tan bir daha haber alınamaz.
“İşte ben o Ali’nin torunuyum …”
“Nenem, hayatı boyunca her akşam kuru fasulye pişirdi. Kendisi ağzına o yemekten tek bir lokma koymadı. Hep bize yedirdi. Nenem ölene dek her akşam o boş tabağı sofraya koydu ve kaldırdı, koydu... ve kaldırdı... Bir şey daha söyleyeyim; Belki inanmazsınız, bizim evde hala her akşam kuru fasulye pişiyor. Bıktık diye, mırın kırın ediyorlar ama hala pişiyor, benim nenem hayatı boyunca sofraya boş tabak koydu. Çatalı kaşığı yanında hazır boş tabak, dedemizin tabağıydı”
“Gelirse hemen koyuvereyim yemeğini, acıkmıştır, özlemiştir, hemen koyuvereyim...” diye nenem boş tabağı hep sofrada tuttu.
Ölüm döşeğinde bile “Dedenizin tabağını koyun.” diye de vasiyette bulundu. Allah bizleri huzuru mahşerde o büyük ecdatlarımızın karşısında ve Resulü Zişan efendimizin huzurunda mahcup eylemesin inşallah.
Ne diyelim bu yolda gayret bizden yardım Yüceler Yücesinden. El - Fatiha