NE GURBET, NE MEMLEKET
Osmanlı bir Avrupa devletiydi, zira ilk serpildiği bölge Anadolu’dan önce Balkanlardır. Pergelin ucunu İstanbul’da sabit tutup, bin km’lik bir çember ile açarsanız hem Viyana, hem de Kars’ın çember çizgisinin üzerinde olduğunu görürsünüz.
Edirne Osmanlı başkenti olarak kalsaydı, kim bilir, belki de şu anki Türk devletinin sınırları en az iki yüz km batıdaydı. Osmanlı Anadolu’dan ve İstanbul’dan önce Balkanları fethetmişti.
“Zirve Dostları” adını verdiğimiz trekking (dağ yürüyüşü) grubumuzla, Ankara’nın tepelerinden ayrılıp, birlikte çıktığımız ilk yurtdışı seyahatini, işte Balkanlara yaptık. Buram buram Osmanlı kokan ata yadigarı Makedonya ve Kosova’ya gitmeyi planladık. O kadar iç içeydi ki Arnavutluk’ta adeta piyangodan çıktı.
Tüm seyahati 60 saate sıkıştırdığımız bu gezimizde, meşe ve kayın ormanları ile kaplı kırsal alanların dışında sekiz şehri görme imkanımız oldu. Araçları ile bize mihmandarlık yapan Baysey firmasının değerli ortakları Enver ve Hakan beylerin bölgeyi adeta nokta bokta bilmeleri, planlı ve efektif bir gezi yaşamamızı sağladı.
Daha havaalanından çıkmadan karşımıza çıkan Haraçino köyünde yükselen 102 mt uzunluğunda iki adet minarenin, Üskip’e 1066,5 mt’den bakan Vodna tepesinde yeni yapılan 74 mt yüksekliğindeki haça inat yapıldığı bilgisi, bize bu coğrafyada yaşanan 600 yıllık mücadelenin bugünkü izdüşümüydü sanki.
Yahya Kemal’in izlerini taşıyan Üsküp, bir taraftan kadim Osmanlı medeniyetini korumaya çalışırken, diğer taraftan hükümranlığı da elinde tutan Slav Makedonlarca Greko-Roman mimariyle yapılan binalar/anıtlar ve yeni kilise inşaatları ile bir Ortodoks Hristiyan bir şehir olma gayretinin mesajını veriyor. Vardar Nehri doğal olarak bu iki akımı neredeyse fizikken ayırıyor.
İlk gün Cuma namazını eda ettiğimiz Mustafa Paşa Camisi, “Kebab” ismi verilen uzun nefis köfteleri de tattığımız çarşısı, Osmanlı Kalesi, teleferikle çıkılan Vodna dağı, genişliği 10 ile 50 mt, uzunluğu 70 km baraj gölüne sahip Matka Kanyon’unda tekne gezisi ve gece yürüyüşümüze eşlik eden Vardar nehriyle Üsküp’ü hafızamıza kazıyoruz. Yunus Emre Enstitüsü’nün özel davetlisi olarak gittiğimiz dünyaca ünlü jazz piyanistimiz Kerem Görsev’in Manastır Oda Orkestrası ile performansı Üsküp’te müzikseverlere unutulmaz bir imza bıraktı.
Ertesi günü erkenden yola çıktık ve iki saatlik bir yolculukla sınırı aşıp önce Priştina’ya sonra, Prizren’e vardık.
Priştina’da Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı cami ve yirmişer metre yakınındaki Murat Hüdavendigar ve Yaşar Paşa camileri, inşaatını temelleri de inceleyerek gezdiğimiz tarihi hamam bizim için en dikkat çeken eserler. Priştina merkezinin diğer önemsediğimiz özelliği geniş trafiğe kapalı yaya caddesi. 200.000 bin nüfuslu olmasına rağmen bu ayrıntıyı gıpta ederek not ediyoruz.
Prizren tabelalarda Türkçe yazıları, Akdere’ye bakan ve paralel sokaklarda sıra sıra farklı yükseklikte bitişik nizam binaların altındaki dükkan, kafe ve lokantalardan oluşan çarşısı ile Amasya’yı anımsatıyor. İnsanları, her taraftaki başörtülü Türk ve Arnavut öğrencileri kimliğini dışa vuran ve biz Anadoluyuz diyen bir şehir. Akdere’ye paralel arnavut taşlı, enfes su arklı sokaklarını Çubuk’a ışınlayarak kat ediyoruz. Sonraki menzilimiz olan Tiran’a gündüz vakti ulaşamama riskinin tedirginliği ile tereddüt yaşadığımız 5. yy’da Romalılarca yapılmış kaleye kan ter içinde tırmanıyoruz. Kaleden aldığımız panoramik görüntüleri geride bırakıp 200 km uzaktaki Tiran için yola çıkıyoruz.
Mihmandarımızın, otobanda “duygusal” sebeplerden bir yönü eksik kalmış dediği viyadüklerden geçerek rengarenk sonbahar örtüsünün eşliğinde yolumuz, günlerden Cumartesi olmasına rağmen, şehre girişteki trafikle uzuyor da uzuyor. On beş yıl önce devlet heyeti ile gittiğim Tiran bizi karanlıkla karşılıyor. Şehrin merkezine kadar yaklaşık 20 km’yi karanlıkta gidiyoruz.
Şehrin merkezinde, Enver Hoca döneminden kalan neredeyse tek tarihi cami olan Hacı Ethem Bey camiinde yatsı namazını Bayram isminde Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerini mürşid kabul etmiş bir kardeşimizin imamlığında kılıyoruz. Bir başka örneğini Kalkandelen’de göreceğimiz ben deyim Bektaşilik, siz deyin Barok akımı etkisiyle yapılan duvar süslemeleri bu camiye başka bir özellik katıyor. Şehrin merkezinde yaptığımız iki saatlik geziden sonra kalmak için hedefe aldığımız Struga’ya ulaşmak için Elbasan yönünde karanlıkları adeta viraj viraj yararak yol alıyoruz.
Sınır kontrolünü kolayca geçip Struga’da Ohri gölünün kenarında bulduğumuz restoranda akşam yemeğini Türkçe konuşan garson arkadaşın servisi ile alıyoruz. Zaten bu coğrafyada gerek yaşayan insanlardan, gerekse Türk turistlerin çokluğundan ikinci bir dile ihtiyacı çok az hissediyorsunuz.
Yol arkadaşımızın googleearth sörflerinden edindiği koordinatlarla hem Struga’da hem de Ohri’den ziyaretlerimizi adeta noktasal ziyaretlerle yapıyoruz. Gölden kanalla başlayan Kara Drim nehri o kadar temiz akıyor, anlatılamaz. Haftalık trekking turumuzu Safranbolu’yu andıran tarihi Ohri sokaklarından Samuel kalesine tırmanarak yapıyor ve kahvaltı için göl kenarındaki bir otelin restoranını tercih ediyoruz.
Uçağa yetişmek için sıkışan zamana inat, 30 km uzaktaki ısrarla gidin diye tavsiye edilen Sv Naum’a gitmek için mihmandarımıza baskı yapıyoruz. 25 dk’lık bir sürüşle ulaştığımız bu mükemmel güzellik bütün stresimizi bir kenarda bırakıyor. İnsan içinden, cennet bahçeleri böyle bir yer olsa gerek diyor.
Bizim hayranlığımızı hiç yadırgamayan Vladimir isimli garson ve kayık işletmecisi bizi dünyanın en berrak gölünde 15 dk’lık bir kayık turunu cüz’i bir ücretle yaptırıyor. Bize buradaki gölcüğün dibinden saniyede 10 m3 suyun kaynadığını, suyun yaz kış hep 12 derecede kaldığını ve bu suyun rakımı daha yüksekte olan Prespa gölünden süzülerek geldiğini neşeli bir sohbette anlatıveriyor.
Ve ver elini Kırçova, Gostivar, Kalkandelen gibi Türk ve Arnavutların yoğun olduğu, yöresindeki her köyden iman oku gibi minarelerin sivrildiği bölge üzerinden Üsküp havaalanı. AK Parti’nin seçim zaferinin büyük şenliklerle kutlandığı Gostivar’da şehir turu yaparken zafer havasının hala estiğini fark ediyorsunuz.
Dünyanın en büyük renk cümbüşüne haiz camisini ziyaret emek ve yemek molası için Kalkandelen’i seçiyor ve sonrasında 50 km’de dört defa ayrı ayrı ücret verdiğimiz otobandan son sürat havaalanına ulaşıyoruz. Planladığımızdan daha fazla yer görmenin; düşündüğümüzden daha fazla bizden unsura şahit olmanın; özellikle son on beş yılda TİKA, Diyanet ve Yunus Emre Enstitüsü gibi kuruluşlarla adeta ikinci bir Osmanlı dirilişinin yaşatıldığını gözlemlemenin verdiği kıvançla ve en yakın zamanda diğer dostlarımızla/sevdiklerimizle tekrar gelme düşüncesi ile uçağımıza biniyoruz.
İçimizde bir his tortusu, gurbeti mi gezdik, yoksa memleketi mi gezdik? Vize istenilmeyen, erken rezervasyonlar, ekonomik iaşe ve ibate ile hemen hemen herkesin maddi olarak tekabül edebileceği bu ülkelere gidin ve siz karar verin. Oradaki otel, rehber, araç gibi organizasyonlar için www.baysey.mk sitesini ziyaret edip, adı geçen arkadaşlardan destek alabilirsiniz.