Madeleine Albrightın Düşündürdükleri,
Transilvanya İzlenimleri
Hayat öyle bir şey işte! Bir gün en tepede, bulunduğunuz konumdan aldığınız geniş imkanlarla yaşarken, bir gün sıradan hayatın içinde buluverirsiniz kendinizi.
Amerikanın ilk kadın Dış İşleri Bakanı olan Madeleine Albrightın Münih Havaalanında güvenlik kontrolünden geçtiğini gördüğümde ilk aklıma gelen duygular bunlar.
Bir zamanlar Air Forcelar ile seyahat edip, dünyanın her yerinde kırmızı halılar ile karşılanan, bir dönemin en güçlü kadını, valizlerini üst üste koyup, boyuna ulaşan bu yükle diğer yolcular arasında yaklaşık yarım kilometre yürüdü. Yetmiş iki yaşındaki eski bakanın yanında ise, ne koruması vardı, ne de yardımcısı.
Benim için asıl şaşırtıcı olan Albrightın, VIP yolculara tahsis edilen özel uygulamaya tabi olmadan güvenlik kontrolünde gördüğü muamele idi. Albright bavulu tek başına güvenlik bandına koyarken, kendisi de ceketini çıkartmasına rağmen dedektörden sinyalsiz geçmeyi başaramamış, kollarını açarak kendini güvenlik görevlisine teslim etmişti. Güvenlik görevlisi el ile detaylı bir vucüt incelemesi yaparken, aklıma bu anı dondurmanın yanında, ABDnin dünyanın jandarması konumuyla dünyanın dört bir yanında yaptığı kontroller geldi. Bayan Albright bu kontrolden rahatsız olmuş mudur, bilmiyorum ama başta Irakta olmak üzere ABD askerlerinin yaptığı kontrollerden binlerce insanın bırakın rahatsız olmayı, mağdur olduğu herkesce bilinen bir gerçek.
Bu olayda çıkarılacak başka dersler de yok değil. ABD gibi uzun zamandır dünya hegemonyasına sahip bir ülkenin eski bir bakanının, dünyada korumasız ve yardımcısız gezmesinin takdir edilecek yanları da var. Bu takdiri ülkemizde bırakın bakanları, bir çok üst düzey eski bürokratın VIP salonlarında abartılı durumlarına şahit olduğunuzda daha iyi anlıyorsunuz.
Buradan günümüz yöneticilerinin de alması gereken diğer ders de; makamların geçici; gök kubbe de baki kalanın sadece hoş seda olduğudur.
Sadece Albright değil, aynı uçakta bulunan Alman Yeşillerinin efsanevi lideri ve Eski Dış İşleri Bakanı Joschka Fischerin de aynı sadelikte hareket ediyordu. Darısı bizimkilere...
Transilvanya...
Transilvanya deyince akla ilk önce Drakula gelir. Drakulanın yaşadığı Sighişioaraya çok yakın bir yere kadar gitmeme rağmen, programda bu kent olmayınca maalesef izlenimlerimde Drakuladan, diğer adıyla Kazıklı Voyvodadan bahsedemeyeceğim. Drakulasız bir Transilvanyada bir çoğuna ilginç gelmez, ama biz yine de Osmanlının Eflak eyaletinin bugününden bir iki cümleyle bahsedelim.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Osmanlının Eflakından bir iz kalmamış. Gerek sokaklarında dolaştığım Mediasda, gerekse geçerken gördüğüm Sibiu ve Cluj Napocada günümüz yerleşimin önemli bir kısmı, son iki yüzyıla dayanıyor. Romanyanın petrol ve doğal gaz şirketlerinin merkezi olan şehir, bu özelliği dışında sıradan bir kasabayı andırıyor. Şehrin ortasında Ortodoks Katedrali ve her mahallede yer alan cami sıklığında kilise, yaşı elliyi aşan eşarplı kadınlar din duygusu yoğun bir şehirde olduğunuzu en derinden hissettiriyor. Devlet şirketine ait olan bindiğimiz taksinin her tarafında asılı Hz. Meryem ve Hz. İsa resimleri şöförümüz Santos hakkında bilgi veriyordu.
Şehirler arasına serpilmiş köy ve kasaba evlerinin tamamı tespih tanesi gibi geçiş yolunun sağ ve soluna terpilmiş. Belki kerpiç evleri görmüyorsunuz ama, virane evlerin yer aldığı sokaklarda dolaşan at arabaların oluşturduğu kanaatten sonra, birinin sizin gerçekten bir Avrupa Birliği ülkesinde olduğunuza inandırması gerekiyor, ama nasıl?