Şair ve edip Yahya Kemal, Hırka’i-saadet dairesini anlatırken şöyle der: “Bazı yerler vardır ki ruh eser derler. Topkapı sarayında bir gün geçiren insan, bu sözün kuvvetini derinden derine duyar. Her ziyaretimde rûhum bu saraydan soğuk bir demir, kızgın bir ateşten nasıl çıkarsa öyle çıktı…”
Topkapı sarayındaki MUKADDES EMANETLER nedir? Peygamber Efendimiz’e, önceki peygamberlere, Eshâb’ı-Kiram’a ve İslam büyüklerine âit eşya ve hatıralara Mukaddes Emanetler denir. Bunlar mânevi kıymetleri yanında, tarihî bir san’at eseri olarak da çok değerlidirler.
Mukaddes Emanetlerin toplanması ve muhafazası Peygamberimiz zamanında başladı. Dört büyük Halife devrinden sonra Emevî, sonra da Abbâsî halifeleri bunların toplanmasına ve saklanmasına özen gösterdiler.
1517 de Mısır ve Hicaz, Osmanlı topraklarına katılınca, Yavuz Sultan Selim Han buralardaki emanetleri İstanbul’a getirdi.
Mukaddes Emanetlerin en meşhurları; Bürde-i Saadet (Hırka-i Şerif), Livâ-i Saadet (Sancak-ı Şerif)dir. Diğer mühim emanetler ise: Peygamberimizin Uhud’da kırılan mübarek dişleri, Sakal-ı şerifleri, mübarek ayak izi, ayakkabıları, kılıçları, yayları, seccadesi, kâbenin anahtarları, Hz.Hüseyin’in mübarek cübbesi, dört büyük halife’nin kılıçları ile Hz.Osman (r.a.) ve Hz.Ali (r.a.) hattıyla Kur’an-ı Kerimlerdir.
Topkapı sarayında bunlardan başka, daha sonraki devlet adamları tarafından satın alınarak getirilen emanetlerle, Osmanlı askerleri Hicazdan çekilirken, Medine müdâfii merhum Fahrettin Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği emanetler de vardır.
Mukaddesat denilince aklımıza hemen Allah (c.c.), Peygamber (s.a.v.) Din, Kur’an, Ezan, Kâbe, Sancak ve diğer kutsal zaman ve mekânlar gelir. Sahabeler, Evliya, Fukaha, Ulema ve Şüheda da muhteremdir. Hepsini sevip saymalı, bunlara ait eser, eşya ve hatıraları da kıyamete kadar korumalıyız.
Mukaddesata hürmetin şaheser bir örneği olarak, Çeşitli Osmanlı kaynaklarında yer alan bir ibret levhasını arz etmek isterim:
Divan edebiyatı şâiri Yusuf Nabî: Büyük bir tevazu ile, Nâ ve bî olumsuzluk eklerini birleştirerek Nâbî ünvanını almış bu zat, 1678 yılında ekseriyeti Osmanlı Devlet adamlarından müteşekkil Hac kafilesiyle birlikte yola çıkar.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra kafile, Medine-i Münevvere’ye yakın bir yerde geceleyin son kez mola verir. Kafiledekiler yorgunluktan kısa süre içinde uykuya dalarlar. Resûlüllah aşkıyla yanıp tutuşan Şair Nâbî ise Mescid-i Nebevi’ye yaklaşmanın heyecanı içinde uyumamaktadır. Heyecandan yerinde duramayıp gezinirken gözüne birisi takılır;
Yüksek rütbeli Devlet Adamlarından biri ayağını Ravza-i Mübareke’ye doğru uzatmış uyumaktadır. O anda Nâbî bu zatı uyandıracak bir sesle şu mısraları terennüm eder:
Sakın terk-i edepden, kûy-i mahbûb-i Hüdadır bu;
Nazargâh-ı İlâhidir makam-ı Mustafâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette,
Tefevvuk-kerde-i arş-ı Cenab-ı Kibriyâdır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil,
Amâdan açdı mevcudat dü çeşmin, tûtiyâdır bu.
Felekde mâh-ı nev bâb’üs-selamın sineçâkidir,
Bunun kandili Cevza matla-i nûr-i ziyâdır bu.
Mürâ’ât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metaf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
(Edepsizlikten sakın! Burası Allah’ın habibinin yeridir. Allah’ın nazar ettiği, Mustafa(s.a.v.)’nın makamıdır. Fazilette Allah’ın arşının üstündedir. Bu toprağın parlaklığından yokluk karanlığı zail oldu. Yaratılmışlar körlükten gözlerini açtı. Burası kör gözlere şifa veren sürme gibidir. Gökteki hilal, yüreği yaralı aşığıdır, zira o hilale ışığını veren kandildir. Ey Nâbî! Bu dergâha edebe riayet ederek gir. Burası meleklerin pervane olduğu ve peygamberlerin öptüğü tavaf yeridir)
Bu mısraları işiten Osmanlı Devlet adamı uyanıp hemen ayaklarını toplayarak doğrulur ve aralarında şu konuşma geçer:
-Ne zaman yazdın bunu? Benden başka duyan oldu mu?
-Daha önce hiç söylememiştim, sizi bu halde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım, ikimizden başka bilen yok.
-Mademki bu şiiri söyledin, burada kalsın. Yoksa başkaları duyarsa senin için iyi olmaz.
Hac kafilesi sabah namazı vakti Medine’ye ulaşır. Onlar Mescid-i Nebevi’ye girerken, müezzinler sabah ezanından önce, minarelerde Şair Nâbî’nin mısralarını okumaktadır.
Nâbi hayretler içindedir. Birkaç saat önce çölün ortasında söylediği bu şiiri, şimdi Mescid-i Nebevi müezzinlerinin yanık seslerinden dinlemektedir. Müthiş heyecan ve merak içindedir.
Sabah namazının akabinde yanındaki yüksek rütbeli Devlet memuruyla birlikte müezzinlerin yanına gider ve birisine sorar:
-“Allah aşkına, peygamber aşkına söyle, ezandan önce okuduğun naati kimden, nereden ve nasıl öğrendin?”
Müezzin de büyük bir heyecan içindedir:
-“Resûl-i Ekrem efendimiz bu gece Mescid-i Nebevi müezzinlerinin rüyasını şereflendirdi, “Ümmetimden Nâbi isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için yazdığı bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın” buyurdular. Biz de Resûlullah’ın emrini yerine getirdik.” Der.
Duyduklarına inanamayan Nâbî gözyaşları içinde müezzine:
-“Sahiden “Ümmetimden” mi dedi? Diye sorar ve:
-“Evet” cevabını alınca düşüp bayılır.