KARDEŞLİK İKLİMİ

ŞEVKET TANDOĞAN

 

 

 

Yeryüzünde yaşayan bir buçuk milyar civarındaki İslam âlemini mânevî hazza ve heyecana gark eden kutlu mevsim ramazan-ı şerif ayında iftar programları ve diğer yardımlaşma ve dayanışma etkinlikleriyle tam bir KARDEŞLİK İKLİMİ yaşanmaktadır. Bu güzel atmosfer birlik, beraberlik anlayışını güçlendirmektedir.

            Bazı İslam ülkelerinde dökülen kan ve gözyaşları ve görülen kardeş kavgaları yüreğimizi sızlatmakta ve hepimizi derinden üzmektedir. Rabbimizden dileğimiz: acıların sona ermesi ve kardeşlik ikliminin oralarda da hakim olmasıdır.

            Zaten Müslümanlar fert ve topluluklar olarak birbiriyle hayırda yarışırlar, ama asla rekabet etmezler. Zira Müslüman, diğer kardeşinin rakîbi değil, sadece aynı yoldaki ya da diğer kulvardaki kardeşi ve şerîkidir. Dolayısıyla hayırlı işlerin tümünde kardeşçe müsabaka makbuldür. Cenab-ı Hakkın emridir. Hem de müsabaka çok faydalıdır.

            Hayırda müsabaka ne kadar güzel ve makbul ise; hangi alanda olursa olsun rekabet, çekişme ve çelmeleme de o kadar çirkin ve kötüdür. Zira rekabette yenmek, ötelemek, karalamak ve haset gibi kötü hasletler vardır. Fitneye yol açan bu hasletler tümüyle kardeşliğe uygun değildir.

            Bu zaviyeden baktığımızda; içeride ve dışarıda Müslümanların durumu hiç memnuniyet verici değildir. Maalesef aynı duvarın tuğlaları gibi birbirine kenetlenmesi gereken kimi insanlar, yekdiğerini yemeye çalışmaktadırlar. Farklı guruplara mensup bazı Müslümanlar, sanki diğerinin hasmı ve düşmanı gibi davranmaktadırlar.

            Elbette her kes en doğru yolda olduğuna inanmalı ve hayırda müsabaka halinde bulunmalı, hatta tatlı bir yarış lazımdır. Ancak diğerini tahkir, tel’in ve tekfir kat’iyyen caiz olmadığı gibi, bunu yapanlar Allah korusun küfre düşebilirler. Müslümana küfreden kendisi kâfir olur.

            Sünen-ü Tirmizî’de geçen bir Hadis şöyledir:

            “Resûlüllah (s.a.v.) bir gün namaz kıldı ve namazı uzattı. Oradakiler, - Ey Allah’ın Resûlü! Şimdiye kadar böyle uzun bir namaz kılmamıştın, dediler. Efendimiz buyurdular ki:

            - Evet; çünkü bu namaz dilek ve korku namazıydı. Bu namazda Rabbimden üç şey istedim. İkisini verdi, birini vermedi. İlk olarak ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu kabul etti. İkinci olarak ümmetime köklerini kurutacak başka düşman musallat etmemesini istedim, onu da kabul etti. Üçüncü olarak, ümmetimi birbirine düşürmemesini istedim, bu isteğimi kabul etmedi.”

            Maalesef Allah’ın hikmeti tarihin akışı içinde SıffÎn, Cemel vak’ası ve Kerbelâ faciasından başlayarak günümüze dek süren kavgalar, çatışmalar bu gerçeğin ifadesidir. Gayri-müslimler birbiriyle kolayca anlaşırken, hatta dost oldukları halde, Müslümanların boğaz boğaza savaşmaları çok acı ve ibret vericidir.

            Müslümanların birbiriyle çekişmesi, ilim sahibi önder hocaların aralarındaki fitneler, Müslüman cemaatlerin üstünlük münakaşaları ve nihayet kendilerini İslam’ın merkezi sanan bazı cemaat bezirgânlarının mağrur halleri, yukarıda belirttiğim hadis-i şerifin mâ-sadakıdır.

            Halbuki, geçmiş seleflerimiz, üstazlarımız hiç böyle değildiler. Onlar yekdiğerini kendinden üstün görür, onu kendi nefsine tercih eder: “Eller yahşi biz yaman, eller buğday biz saman” derlerdi. Bir örnek vermek isterim:

            Pâdişah Sultan 1. Ahmed; Aziz Mahmut Hüdâî hazretlerinin bağlılarındandır. Bir gün Sultan’ın gönderdiği hediyeyi Aziz Mahmut kabul etmeyip iade eder. Sultan da aynı hediyeyi devrin diğer âlimlerinden Abdülmecid Sivasî’ye gönderir. O kabul eder.

            Padişah der ki: -Abdülmecid Efendi! Senin kabul ettiğin bu hediyeyi Aziz Mahmut kabul etmemişti. Şu cevabı alır o büyük âlimden:  “Aziz Mahmud anka kuşu gibidir. Her lâşeye tenezzül etmez.”

            Pâdişah, bir başka gün aynı soruyu Aziz Mahmut Hüdâî’ye sorar:

            “-Senin kabul etmediğin hediyeyi, Abdülmecid Sivasî kabul etti.”

Aziz Mahmud Hüdâi  şu ibretlik cevabı verir:”Abdülmecid Sivasî deniz gibidir. İçine bir damla necâset düşmekle kirlenmez.”

            İlim, irfan sahibi mânevî terbiye almış kâmil zatlar böyledir. Asla kibirlenmez ve başkalarını hakir görmezler. Onlar sahte gözyaşı, keramet ve tasarruf gösterileriyle göklerde uçmazlar.

            Kerameti kendinden menkul, ukalâ ve mağrur kişilerin tutumu, bize bir fıkrayı hatırlatıyor:

            Vaktiyle bir şeyh müsveddesi Akşehir’e gelmiş. Bir takım cahilleri etrafına toplayıp, evliya olduğundan bahisle atıp tutuyormuş. Durumu Nasrettin Hoca’ya anlatmışlar. Hoca adamın haddini bilmez bir sahtekâr olduğunu anlamış… Ama anlamazlıktan gelip, mollalarıyla birlikte adamın yanına gitmiş.

            Ak sakallı, koca sarıklı bir hocanın ziyaretine geldiğini sanan sahte şeyhin ayakları iyice yerden kesilmiş, atıp tutmaya başlamış, lafı hocaya getirerek demiş ki: “İşte böyle…Sizin hoca eşeğiyle uğraşırken, ben göğün yedinci katında Melâike ile haşır neşir oluyorum.”

            Tabi ki, bizim Nasrettin Hocanın sabrı taşmış, demiş ki:

            “-Erenler! Semâvatta seyahat ederken, şu nuranî yüzünüze tüy gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu?” Sahte şeyh iyice coşmuş:

            “Tabi, tabi…tüy desem tüy değil. Tül desem tül değil…diye başlayınca, hoca Nasrettin sonunu getirmiş, demiş ki:

            “İşte o bizim merkebin kuyruğudur.”

            Kardeşlik ikliminin yaşamasını, hayatını Allah yolunda hizmete adamış kardeşlerimizin rekabet ve adâvet ateşine düşmemelerini dilerim.