Lise defterlerine yazdığımız bir söz vardı: Kader beyaz kağıda sütle yazılmış bir yazı, elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı diye, kader konuşulması sakıncalı bir konu. Kader içinden çıkılmayan bir girdap. Yok yok derdim kaderi anlatmak değil, bu söz aklıma gelince bir hikayeyi anımsadım şimdi, bazen hani diyoruz ya sıkıntılarla burun buruna geldiğimizde; neden ben, neden bu sıkıntılar
Yada ellerimizi yüce Rabbimize açtığımızda cevapsız kalan dualarımız, bir türlü vazgeçemediğimiz hayallerimiz, gerçekleşmesi mümkün olmayan umutlarımız İşte kader deyip boyun bükemeyişimiz, kadersizliğimiz de bir kader midir acaba? Tevekkül anlamını en çok unuttuğumuz kelimeydi. Bizim muradımızdan çok Rahmanın muradı değil mi önemli olan?
Ama biliriz ki, dost dostu unutmaz. Başımıza gelen her olayda, her sıkıntı ve kederde mutlaka bir hikmet vardır. Dualarımız kabul olunca şükrederiz de, acaba kabul olmayan dualarımıza da şükrettiğimiz oldu mu hiç?
Eski kabilelerden birinde bir zahit vardı. Bir gece kabilenin bütün köpekleri öldü. Kabile halkı o zahide durumu anlattılar. Zahit, sizin kurtuluşunuz onların ölümünden olabilir dedi. Ertesi gece, kabilenin bütün horozları öldü. Zahit yine, Ola ki, sizin kurtuluşunuz onların ölümündedir dedi. Halk, köpekler bekçimiz, horozlar müezzinimizdir ; bunların ölmesinde ne iyilik olabilir dediler. Zahit, Allah bilir, siz bilemezsiniz dedi. Daha sonraki gece ne kadar ateş yakmak istedilerse de hiçbir tutuşturucu ateş almadı. Onların aklına Başımıza gelen bela nedir? diye düştü. Ertesi gün, o gece düşman askerlerinin, o kabilenin civarına saldırıp bütün şehirleri yağmaladıkları, kabilenin yakınına varınca hiçbir ışık görmedikleri, horoz sesi ve köpek havlaması işitmedikleri için, kabilenin harap olduğunu zannettikleri anlaşıldı. Böylelikle halk kurtuldu ve zahidin her defasına söylediği Ola ki, kurtuluşunuz bundadır sözü doğru çıktı.