Şu övülmüş güzel şehre yani, İstanbul’a her gelişinizde hangi kapıdan girdiğinizin farkında mısınız? Bilemiyorum ama bu kapılardan giren herkes Eminönü ve Mısır çarşısının o etkileyici ve heybetli görünüşünü, tarih kokan Osmanlı ve Anadolu’nun buram buram havasını, Resulü Zişan Efendimizin Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerinden gelen gül kokusuyla karışınca hep koklamaya hayran kalmışımdır. Bu mekânlarda her gezdiğimde içimde ayrı bir sevinç, gönlüm ayrı bir muhabbetli dolar.
Eminönü’nde dolaşırken etrafınızdaki yüzlerce hatta binlerce insan sürekli bir yerlere koşuşturur, gider gelirler. Kimileri acelecidir, kimileri ise bu koşuşturmadan hiç alakaları yok gibidir. Kimisi ise bir kendine birde martılara simit almış, hem yerken hem martılara atmanın doyumsuz heyecanını yaşar. Çünkü bu bir vapur ve İstanbul’da olmanın adetidir. Kimisi İstanbul haritasını açar önüne, nerede olduğunu bulmaya çalışır. Lakin şu bir gerçek ki buralarda bulunan insanlar her ne sebeple olursa olsunlar, yüzlerinde her daim ayrı bir tebessüm ayrı bir mutluluk vardır.
Eminönü’nde nerede ne var diye hiç düşündük mü? Eminönü’nde balık ekmek yedikten sonra hemen yanımızda bulunan manevi zenginliklerimizi gezmeyi ve ziyaret etmeyi talep ettikmiki bizleri huzurlarına kabul etsinler bilemiyorum ama şu bir gerçektir ki, bu işler taleple ve istemekle olur.
Manevi ruhaniyetlerinden istifade ettiğimiz, dilimizden hiç düşürmediğimiz, ismini kime sorsak evet kendisini tanıyorum diyebilecek kadar hanelerimizde yer bulmuş kişiyi hepimiz iyi tanıyoruz. Bizler bu mübareğin bilinmeyen yönlerini bir parça olsun anlatalım ki ruhaniyetimiz zenginlik kazansın.
Evet bu kişi Sevgili Peygamber Efendimizden (a.s.v.) şefaat talep edeceği yerde heyecanından “Seyahat ya Resulüllah” diyen Evliya Çelebi Hazretlerinden başkası değildir.
Hani derler ya; “Dervişin fikri neyse zikri de odur”. İşte bu gönül ehli, muhabbet ehli dervişlerden bir tanesi de hepimizin bildiği asıl adı Derviş Mehmet Zillî olan Evliya Çelebi Hazretleridir. 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Kısa zamanda kitapların anası ve en muhabbetlisi olan Kuran-ı Kerimi ezberleyerek hafızlık makamına kadar yükseldi ve olaylar bundan sonra hızlı bir şekilde gelişmeye başladı.
Evliya Çelebi Hazretleri Muharrem ayının Aşure gecesi Miladi 19 Ağustos 1630 günü İstanbul’daki evinde eskilerin deyimiyle “bey ne’n-nevm ve’l-yakaza” yani uykuyla uyanıklık arası bir rüya görür. Kendisini şimdiki Haliç Köprüsünü geçince her daim balık ekmek yediğimiz Eminönü-Kadıköy motor iskelesi yani eski adıyla Yemiş İskelesi yakınındaki Ahi Çelebi Camisinin minberinin dibinde otururken bulur.
Bu arada Ahi Çelebi Camisinin kapısı sonuna kadar birden açılır ve içeriye öyle bir cemaat girer ki, bir anda caminin içerisi nurla doluverir. Camiye gelen kişilerden biri Evliya Çelebi Hazretlerinin yanına oturur. Evliya Çelebi hazretleri dayanamaz yanındakine büyük bir merakla “Siz kimsiniz? Nerden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye. Aldığı cevap çok ilginç ve heyecan vericidir ki, Aşere-i mübeşşire’lerden cennetle müjdelenen ilk on sahabeden olan, okçuların piri Sa’d İbni Ebu Vakkas efendimizin ta kendisidir.
Okçular pîri Ebu Vakkas Hazretleri içeride olayları Evliya Çelebi hazretlerine tet tek anlatır. Derki; “Bak ön saftakiler peygamberlerdir, arka saftakiler evliyanın ruhlarıdır. Ashabın, muhacirinin ve bütün Kerbelâ şehitlerinin ruhları da hep buradadır. Mihrabın sağında oturan Hazreti Ebubekir (r.a) Efendimiz ve Hz. Ömer (r.a) Efendimizdir. Solunda oturan ise Hazreti Osman (r.a) Efendimiz ve Hz. Ali (r.a) Efendimizdir.
Mihrabın önünde oturanda Hazreti Veysel Karâni hazretleridir. Caminin solunda duvar dibinde oturanda müezzinlerin ve Evliya Çelebi hazretlerinin de manevi üstadı olan Hazreti Bilâl-i Habeşi (r.a) Efendimizdir. Ve o sırada içeri kanlı elbiseleri ile giren kişi ise Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin mübarek amcaları Hazreti Hamza (r.a) efendimizdir. Yani bütün şehitlerin mübarek ruhları Ahi Çelebi Camii şeriflerinde burada toplandık” der.
Evliya Çelebi Hazretleri merakını yenemez ve dayanamayıp sorar; “Ya Sultanım, bu cemaatin bu camide toplanmalarının sebebi nedir?
Okçuların piri şu cevabı verir; “Azak (Kırım) tarafında (Kırım Hanı Giray Hanın) mücahit askerleri sıkıntı içerisindedir. Bizde Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimizle (s.a.v.) birlikte mücahitlere yardıma gidiyoruz”. Sevgili peygamber Efendimizin (s.a.v) yanında oturanlar ise biricik torunları Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin ve On iki imamlar ile cennetle müjdelenen sahabelerdir. Sabah namazının sünnetini eda ettikten sonra, Resulüllah (s.a.v.) sana “kamet getir” diye işaret edince, sende yüksek sesle kamet getir”.
Selamdan sonra da Ayetü’l-Kürsi’yi oku, Bilâl-i Habeşi, Sübhanallah desin, sen Elhamdülillah, Bilâl Allahu Ekber desin, sen âmin de. Ve cümle cemaat hep beraber tevhîd ederiz, bundan sonra sen “ve salli ala cemîi’l-enbiyâ ve’l-mürselîn ve’l-hamdüli’llâhi rabbi’l-âlemîn” de ve kalk, hemen mihrabda bulunan Resulü Zişan Efendimizin (s.a.v) mübarek ellerini öp ve “Şefâat ya Resulallah!” de…
Tam o sırada caminin kapısında bir nur şimşek gibi çakar ve her yer onun nuruyla dolar. Bütün cemaat ayağa kalkar ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) torunlarından İmam Hasan (r.a) sağında, İmam Hüseyin (r.a) solunda olduğu halde kapıdan içeri girerler. Yüzünde al şaldan bir örtü, elinde bir asa (baston) vardır ve kılıcını kuşanmıştır gönüller sultanı Aleyhissalatu vessalam Efendimiz (s.a.v.) “Bismillah” diyerek mübarek sağ ayağını içeri atar yüzündeki örtüyü açar ve selâm verir…
“Esselâmü aleyküm ya ümmeti”
Camidekiler hep bir ağızdan Resulü Zişan Efendimiz (s.a.v)’in selâmını alırlar. Aleyhisselatu vesselam Efendimiz mihraba geçip sabah namazının sünnetini kılarken Evliya Çelebi dehşet içinde tir tir titremektedir. Bu arada Peygamber Efendimizin (s.a.v)’in eşkalini dikkatle incelemekte, aynen Hilye-i Hâkani’de yazıldığı gibidir. Destarı on iki kolanlı beyaz şal, gerdanında sarı sof şal, ayaklarında sarı çizmeler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) sabah namazının sünneti kılıp selâm verdikten sonra sağ eliyle dizine vurarak Evliya’ya “İkamet eyle” buyurur. Evliya, segâh makamında “ikamet ve tekbir” eder. Resulüllah Efendimiz (s.a.v) aynı makamda hazin bir sesle Fâtiha’yı okuyarak ruhlar cemaatine sabah namazını kıldırır. Selâmdan sonra Evliya Çelebi, Sa’d ibni Ebi Vakkas Efendimizin tarifine göre Bilâl-i Habeşî ile müselsel müezzinlik yapar.
Kainatın muhabbet kaynağı Resulü Zişan Efendimiz (s.a.v) mihrapta yanık bir sesle Yâsin-i Şerif okuduktan sonra ayağa kalkınca, Sa’d ibni Ebi Vakkas (r.a) Evliya Çelebi Hazretlerinin elinden tutup huzura götürür ve der ki:
“Âşık-ı sâdıkın ve ümmet-i müştâkın Evliya kulun şefaat rica eder!”
Ve ardından Evliya Çelebi Hazretlerine döner:
“Mübarek dest-i şeriflerini bûs eyle” ( mübarek ellerini öp)
Evliya Çelebi Hazretleri büyük bir heyecan içindedir ki, ağlayarak Peygamber Efendimizin (s.a.v)’in o mübarek ellerini öper ve “Şefaat Ya Resulüllah” diyeceği yerde, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin heybetinden ve güzelliğinden dolayı çok etkilenir, heyecandan dil sürçmesi olur ki “Seyahat ya Resulüllah” deyiverir.
Evliya Çelebi hazretleri çok utanır bir şey söyleyemez mahzun bir şekilde boynunu önüne eğer. Lakin bu dil sürçmesi Sevgili Peygamber Efendimizin (s.a.v.) çok hoşuna gider ve o güzel simasıyla tebessüm ederek, şöyle buyurur,
“Şefaat ettim, sıhhat ve selâmetle seyahat eyle”, der ve - Fatiha” buyurur.
Camide bulunanlar Fatiha okuduktan sonra, Evliya Çelebi hazretleri hepsinin ellerini bir bir öpmeye başlar. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Aleyhisselatü vessalam Efendimizin (s.a.v) mübarek elleri gül gibi kokmaktadır ve sanki kemiksizmiş gibi yumuşacıktır.
Diğer peygamberlerin elleri ayva kokusundadır. Hazreti Ebubekir (r.a)’ın Efendimizin eli Kavun, Hazreti Ömer (r.a) efendimizin eli Anber, Hazreti Osman (r.a) efendimizin eli Menekşe, Hazreti Ali (r.a)’ efendimizin eli Yasemin, Hazreti Hasan (r.a)’ efendimizin eli Karanfil, Hazreti Hüseyin (r.a) efendimizin eli de beyaz Gül kokmaktadır.
Evliya Çelebi Hazretleri camideki bütün ruhların ellerini öptükten sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v) tekrar “Fatiha” der. Herkes yüksek sesle Fatiha Suresini okur ve “Esselâmü aleyküm eyâ ihvânûn” diyerek camiden çıkarlar. Sahabeler de Evliya Çelebi Hazretlerine hayır dualar ederek onu takip ederler. Sadece Sa’d ibni Ebi Vakkas (r.a) hazretleri durur ve belinden sadağını çıkarıp Evliya Çelebi Hazretlerinin beline kuşattıktan sonra kendisine şu öğütleri verir.
“Yürü korkusuzca gaza eyle ve Allahın korumasında ol, sana müjde olsun ki, bu mecliste ne kadar mübarek ruhlarla görüşüp elini öptünse, cümlesini ziyaret etmek müyesser olur. Dünyayı benzersiz gezen tek seyyah olursun. Gezip dolaştığın memleketleri, kaleleri, ilginç ve garip eserleri, oraya ait olan meşhur yiyecek, içecek ve esbabları anlatan bir eser yaz. Dünyada ve ahiret de benim oğlum ol. Ekmek ve tuz hakkını gözet. Sadık bir yâr ol. Yaramaz kişilerle yâr olma. İyilerde iyilik öğren”
Sa’d ibni Ebi Vakkas (r.a) efendimiz bu öğütleri verdikten sonra, Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp giderken Evliya Çelebi’ye “Önce bizim İstanbulcuğumuzu yaz” diye de nasihatte bulunur.
O günden sonra Evliya Çelebi Hazretlerin hayatında seyahat başlar. Pek fazla meşakkat görmez koca dünyayı gezerken, gördüklerini ve işittiklerini de tek tek yazar. Günümüzde halen bir çok konuda Evliya Çelebi Hazretlerinin yazdıklarından ve anlattıklarından istifade ediyoruz.
“Seyahat edin sıhhat bulun” hadisi şerifinden yola çıkarsak insan ruhu, her seyahatte yeni mekânlar, yeni arkadaşlar, yeni meşgaleler bulur. Seyahat etmek insan ruhunun gıdasıdır. Her daim ruhta bir ferahlık, bir huzur, bir muhabbet oluşturur. Kısaca sevinç kaynaklarından bir tanesidir.
Yeri gelmişken günümüzde okçulukla uğraşan kardeşlerime bir nasihatim var, hâşâ hiçbir zaman kendimizi nasihat makamında görmedik ama yinede tavsiyemiz var diyelim.
Sözlerin en güzelinin yazılı olduğu kitabımızın Enfal süresinin 17 nci ayeti kerimesinde “(Oku) Attığın zaman da (Habîbim) sen atmadın, ancak Allah atdı” ayetini unutmamalıdırlar. Hatta en önemlisi de bu yolun adabındandır ki Sa’d ibni Ebu Vakkas hazretlerinden oku atmadan önce destur ve himmet isteyip okunu yayından öyle bırakmalıdırlar.
Yeryüzündeki Allah dostlarının hayatlarına şöyle bir bakarsak ömürleri hep gurbette ve seyahatle geçmişlerdir. Çok nadirdir kendi memleketlerinde kalıp da oralarda hizmet ettiği. Hatta vefatlarında dahi kendi memleketlerine defnedilememişlerdir.
Kâinata rahmet ve muhabbet peygamberi olarak gönderilen Aleyhisselatü vesselam Efendimiz (s.a.v) bile çok sevdiği o mübarek beldeye yani şehirlerin en güzeline, mübarek naaşlarını defnetmek nasip olmamıştır. Bu şeref Medine’yi Münevverenin olmuştur.
Yüce Mevla’m bizleri de şerefleneceğimiz beldelerde şehirlerde, o güzel dosta kavuşmayı nasip etsin.
Ne diyelim gayret bizden, yardım Yüceler Yücesinden.