Mezhep ve cemaat çatışmalarının şiddetlendiği ve Müslümanların birbirini boğazladığı günümüzde, bu konuya ciddî manada eğilmek gerekmektedir. Geçmişte değişik yerlerde yaşanan, bugün sınırımızda Suriye'de görülen kardeş kavgasında, özellikle İranlı ve diğer şiîlerin, Rus uçakları desteğinde PYD militanları ile aynı safta, sünnî-müslüman Türkmenlere karşı savaşmaları düşündürücü ve çok acı vericidir.
Bu durum bize, bid’at ve dalalet fırkası olan şia’nın, sünnîlere karşı, gayri-müslimlerden daha düşman ve tehlikeli olduğunu göstermektedir. Halbuki Türkiye, nükleer enerji konusunda zor durumda kalan, ambargoya tabi tutulan İran için, diplomasi alanında ve ekonomik yardımlarda üzerine düşeni fazlasıyla yapmış ve Müslüman İran halkının yanında yer almıştır.
Hıristiyanlık, mûsevîlik vb. batıl din mensupları arasında da din ve mezhep savaşları vuku bulmuştur. Yüzyıl savaşları olarak bilinen, Hıristiyan dünyasında yüzbinlerce kişinin öldüğü çok vahim mezhep savaşları yaşanmıştır. İnancı yüzünden binlerce insan fırınlarda diri diri yakılmış, haçlı sürüleri topluca Müslüman katli-amı yapmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Hıristiyan UHDUD KAVMİ, Yahudîliğe zorlanmış, buna direnen Necran halkından 20.000 kişi, ateşle dolu çukurlara atılarak yakılırken, seyredenler sevinç nâraları atmışlardır.
Geçmiş acılardan ders alan ve kardeş kavgasının kimseye yarar sağlamadığını anlayan Hıristiyanlar ve Yahudiler, artık birbiriyle savaşmıyor, ihtilaflarını konuşarak çözüyorlar. Hatta onlar siyasi ve ekonomik alanda birleşip saflarını sıklaştırıyor, ittifaklar kuruyorlar. Dahası yarım yüzyıl önce, Katoliklerin ruhani lideri Papa, Ortodoksların başı Patrik ve Yahudilerin Hahambaşı, Kudüs’te zeytin dağında bir araya gelerek anlaşmışlar ve gizli maddeler çerçevesinde ittifak kurmuşlardır. Avrupa birliği bunun ilk adımı olarak kurulmuştur.
Buna mukabil, İslam dünyası ise başsız ve Halifesiz olduğundan, hem de cehalet ve gaflet yüzünden, geçmişten ders alamıyor, hâlâ mezhep ve cemaat kavgaları devam ediyor. Adeta kan ve gözyaşı Müslümanların kaderi olmuş, birbirini yiyorlar. Barış, sulh ve selamet dinine mensup olan ve dünyaya nizam vermesi gereken Müslümanlar ne yazık ki aralarına kalın duvarlar örmüş, cepheleşmiş durumdalar.
İslam dünyasındaki böylesi cepheleşme ve çatışmaların kökenine baktığımızda, genellikle mezhep ve cemaat eksenli ihtilaflara dayandığını görüyoruz. Bu konuyu masaya yatırıp nedenlerini, niçinlerini derinlemesine incelemek gerekir. İlim-irfan ve akl-ı selim sahibi tefekkür eden her Müslüman, ümmetin bu ıztırabını yüreğinde hissederek, akan kan ve gözyaşını dindirmek ve milyonlarca mülteciye çare bulmak için kafa yormalıdır. Acaba mezhepler ne zaman ve neden doğmuştur?
Bilindiği üzere, asr-ı saadette ve Raşid Halîfeler döneminde mezhepler yoktu. Resûlullah'a vahiy gelirdi. Ashab-ı Kiram bizzat ayet ve hadisleri dinleyip öğrenirlerdi. Resûlullah Efendimizin huzurunda kaynağından ilim sahibi olur, itikat ve amel konularını görüp yaşayarak anlar ve sorunlarını çözerlerdi. Resûlullah'ın irtihalinden sonra, dört Halife döneminde müslümanlar islamiyeti yaymak ve dünyaya duyurmak için büyük gayret gösterdiler ve seferler düzenlediler. Bu esnada Kur'an-ı Kerimden ve Hadis-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri ve kendi içtihat ve kıyaslarını kitaplara yazmaya elleri değmedi. Zaten onların her bireri sahabe olarak Hz.Peygamberin kutlu meclisinde bulunmanın şerefi ve bereketiyle hikmet, marifet ve feraset sahibi birer müçtehit idiler.
Ashab-ı Kiramdan sonra, tâbiîn ve daha sonraki dönemlerde, müslümanlar çoğaldı. Sorunlar ve sorular artarken cehalet de arttı. Pek çok bid'at, hurafe ve dalâlet türemeye başladı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Dinin itikat ve amelî fıkıh hükümlerini derleyip toplamak ve kitap sayfalarına yazmak gereği hasıl olmuştu. Gerçek müçtehit âlimlerin çalışıp, bu işi yapmaları ve insanlara fetvayı onların vermesi ve bu fetvalara müslümanların uyması şart olmuştu. İşte bu sırada böyle bir zaruret ve gayretli içtihat faaliyetleri neticesinde mezhepler doğdu.
Gelecek yazımda inşaallah bu konuya devam edeceğim.