"Davalı siyasi partinin izlediği politikanın ortaya çıkardığı tehlike belirgin ve yakındır." Bu cümle iddianamenin 158. sayfasında yer alıyor.
AK Parti'nin neden kapatılması gerektiğini anlatırken, eylemleri sıralıyor ve "tehlikenin belirgin ve yakın" olduğu hükmüne ulaşıyor. Davanın içeriğini, delillerinin ciddiyetini, izlenen muhakemeyi ve yöntemi bir kenara bırakalım. Bu cümlenin arkasında, bir varsayım var: "Başsavcı, AK Parti hükümetinin izlediği politikaları yargılayabilir." Başsavcı, bir partinin kapatılması ve 71 politikacının siyasî haklarına yasak konulmasını, yani ceza talep ediyor. Politikaları, bir kapatma davasının, dolayısıyla bir ceza davasının konusu yapmak üzerinde hukukçuların, başlarını iki ellerinin arasına alıp uzun uzun düşünmeleri lâzım.
Bir başka örnek iddianamenin 147. sayfasından. Başsavcı, AK Parti'nin "özellikle Anayasa ile Yüksek Öğretim Kanunu'nda değişiklik içeren tekliflerinin... devletin temel ilkelerini değiştirme niyetini ortaya koyduğu"nu söylüyor. Artık partinin politikası değil, doğrudan doğruya bir yasama faaliyeti, suç olarak tanımlanıyor. Yasama faaliyeti suç olur mu? Yasama faaliyetini, başsavcı iddianamesine suç olarak yerleştirirse ne olur?
Verdiğim iki örnek Başsavcı'nın yargı adına açıktan icra ve yasama organının yetkilerine müdahalede bulunması anlamı taşıyor. AK Parti'nin kapatılması için Yargıtay Başsavcısı'nın hazırladığı iddianame tam olarak Yargı erki ile Yasama-Yürütme erkleri arasında, egemenliğin kullanımı konusunda bir yetki anlaşmazlığını gösteriyor. "Çok partili, demokratik, parlamenter, hukuk devleti" olarak tanımlayacağımız Türk siyasal sistemi için bu durum, yargının yetkisini aşması demek. İddianamede verdiğim örneklerden çok sayıda var. Başsavcı yargı adına, icra organının politikalarına ve yasama faaliyetlerine müdahalede bulunuyor. Halbuki, anayasamızda yer alan kuvvetler ayrılığı prensibine göre icranın yani idarenin, yasaların, yani TBMM'nin yasama faaliyetlerinin nasıl denetleneceği bellidir. Başsavcı bir kapatma davasını üzerine inşa ettiği gerekçeleri, icra ve yasama organının yetkilerine müdahale ederek temellendiriyor.
İddianamede, Yasama ve İcra organının payına düşen sistematik müdahaleler var. Daha vahim bir durum var. Başsavcı AK Parti'yi "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olarak tanımlarken, bizim yani bireylerin hayatına tek tek müdahale anlamı taşıyan bir laiklik tanımına dayanıyor. Suçlamalar sadece AK Parti'yi değil, benim özel hayatımı da hedef alıyor. İddianamenin başında laiklik "bir uygar yaşam biçimi" olarak tanımlanıyor.Eğer laiklik bir "yaşam biçimi" ise, devletin iç işleyişini ve siyasal alanı anayasal düzeyde tanımlayan bir hukuk prensibi olmanın yanında benim yaşamımı düzenleyen bir "çerçeve"ye dönüşüyor. Benim "yaşam biçimi"min nasıl olması gerektiğine dair kural koyan bir düşünce sisteminden söz ediyoruz. Nitekim, laikliği bir "yaşam biçimi" olarak tanımlayan cümleden hemen sonra laiklik "toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin en son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi" olarak benim yaşamımın üzerine kural koyan yüksek bir merciye dönüşmektedir. Burada tanımlanan şey laiklik değil, düpedüz 19. yüzyılda moda olan teleolojik pozitivizmdir. Bugün bilim çevrelerince de makbul görülmemektedir. Bir başsavcının bilimsel gelişmelerden haberdar olması gerekmez. Bu düşünce laiklik değil bir felsefi inançtır. Ama, Başsavcı bir felsefî inancı savunmak üzere dava açamaz. Bu felsefî inancı bana dayatmak, Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır.
Çok sık tekrarlandığı için hepimize doğal gelen "laik yaşam biçimi" sözü üzerinde etraflıca düşünelim. Bu yaşam biçimi neyin nesidir? Bir insan "laik bir yaşam biçimi"ni nasıl sürdürür? Böyle bir şey mümkün müdür? İddia sahipleri bana bu yaşam biçimine dair tek bir cümle söyleyebilirler mi? Söyledikleri zaman, "bunun laiklikle ne alakası var?" sorusuna dayanabilecekler mi?
O zaman bu iddianamenin AK Parti'den önce bizim "yaşam biçimi"mize bir dayatma olduğunu ve davanın bize açıldığını fark etmeliyiz.