Allah (c.c) Kitabı Kur’na-ı Keriminde bize soruyor. “(Bu yanlışlarla) Nereye gidiyorsunuz?”
Güneydoğu illerimiz bu günlerde kan kokuyor, ateş ve barut kokuyor. Orada yaşayan kardeşlerimiz Kürt olsun, Türk olsun, Arap olsun veya başka ırktan olsun, endişe içindeler ve diken üstünde oturuyorlar. Sağlık merkezleri, okullar, iş yerleri ve bankalar günlerdir kepenklerini açarak çalışamıyorlar. Bu hal ise hem halkın ihtiyaçlarını karşılayamaması ve hem de iş yeri sahiplerinin çoluğuna çocuğuna götürecek rızkını kazanamaması manasını taşıyor. Tomoların, yarı zırhlı polis ve asker otolarının biri gelip diğeri gidiyor.
Dağlıca’ya saldıran PKK’lılar orada 16 askerimizi şehit ettiler. Ertesi gün Şırnak’ta 8 polisimiz şehit edildi. PKK’lılardan şu kadar kişi öldürüldü, bu kadar kişi öldürüldü diye haberler alıyoruz. Tabii bunlar ne kadar doğru bilemiyoruz. Bu gerginlik devem ettiği sürece daha birçok insanımız ölecek, birçok evladımız yetim, birçok hanımımız dul kalacak. Birçok annemiz, Hükümet yetkililerince “Analar ağlamasın!” dendiği halde ne yazık ki, ağlayacak.
Bir problemin (konumuz Güneydoğu illerimizde ki PKK terörü) görünen yüzüne bakarak karar vermek, bizleri yanıltır ve günlük çözümler üretmeye yöneltir. Ona da “pansuman metodu” denir ki, problem hiçbir zaman köklü çözüme kavuşmuş olmaz.
PKK’YI DOĞURAN SEBEPLER
Ceddimiz Osmanlı hiçbir konuya ırkçı bir anlayışla yaklaşmaz, içerisinde bütün ırkların yer aldığı ve onları birbirine bağlayan kardeşlik bağının inanç birliği yani İslam olduğu bir anlayışla çözerdi. Devletin adında bile Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza sıfatları bulunmadan sadece “Osmanlı” dedirdi.
Cumhuriyet döneminde bu kavram değiştirildi ve birçok ırkın birlikte yaşadığı bu topraklar da Türk ırkı öne çıkartılarak, Türklerin ülkesi manasına gelen “Türkiye” adı konuldu. Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerimiz başta olmak üzere dağlara, taşlara, şehir ve kasaba girişlerine “Ne mutlu Türküm” yazıları yazıldı.
İlkokullarda her gün ders başlamadan önce bütün öğrencilere tek bir ağızdan; “Türküm, doğuyum, çalışkanım…” antları tekrar edildi. Bu antlar, Milli eğitiminde “Tevhid-i Tedrisat kanunu” kapsamındaki bütün okullar, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olduğundan Doğu ve Güneydoğu illerinde ki okullarda da okutulmaktaydı.
TBMM’de bir gün Prof. Dr. Necmettin Erbakan bir konuşma yaparak, bu uygulamanın yanlış olduğuna dikkat çekti ve “Doğuda bir Kürt kardeşimiz de, (Ben Kürdüm, ben daha doğru ve daha çalışkanım…) deme noktasına getirildi” demişti. Sözünün bir yerinde; “Gecenin bir yarısında evinden alınan ve karların üzerine yüzün koyu yatılarak sorguya alınan Kürt kardeşlerimiz var” diyerek bu yapılanlara tepkisini ortaya koymuştu.
Psikolojik ve aşağılayıcı bu davranışlar, Kürtleri bu açmazdan kurtulmaya itmekteydi.
En tabii insan haklarından olan bir ırkın kendi dilini konuşamaması, yazamaması, kendi dilinde eğitim yapamaması da yine Kürtleri, bu haklarını aramaya itmekteydi.
DİNİ VE MİLLİ SEBEPLER
Osmanlı döneminde hemen her köyde medreseler, zaviyeler bulunur, buralarda halka dini bilgiler verilir, fen ve teknik öğretilirdi. İslami değerlere bağlı yetiştirilen halk, haksızlık yapmaktan ödü kopar, “bir haksızlığı Allah’ın affetmediğini ancak hak sahibinden helallik dilenmesi gerektiğine” inanırdı. Böylece de polisiye tedbirlere ihtiyaç duymaksızın halk kendi arasında “hakka hürmet ve riayet” kaidesini işletirdi.
Ancak daha sonra bütün medreseler kapatıldı, Kur’an öğrenimi yasaklandı, camilerin kapısına zincir vuruldu. Halk dinini öğrenecek yer ve kişi bulamadı ve cahil kaldı. Artık kim güçlüyse haklı oydu. Özelikle Doğuda Ağalar, halkı ve özellikle de Kürtleri bir köle gibi çalıştırmaya başladılar. TC Devleti bu yapıya çözüm getiremedi. 1974 yılında CHP-MSP koalisyon Hükümetinde Başbakan Sayın Ecevit her ne kadar, “Toprak işleyenin, su kullananın” diye bir vecize ortaya atmışsa da bazı fevri işgaller dışında bunun bir yaptırımı olmadı ve unutuldu gitti.
Cumhuriyet döneminde ve son 30 yıllık dönemde Devlet, köylerdeki medreselerin yerini dolduracak okullar açamadı. Açtığı okullara öğretmen gönderemedi. Gönderdiği öğretmenler ise köylümüze kendi dini ve milli değerlerini vereceklerine, yer sofrasında ve tek kaptan yemek yiyen bir topluma, “yemek masa da yenecek, çatal sol elde, bıçak sağ elde olacak gibi…” Batının değerleri verilmeye çalışıldı.
EKONOMİK SEBEPLER
Doğu ve Doğu Anadolu başta olmak üzere bütün Orta Anadolu şehirleri bilerek veya bilmeyerek geri bırakıldı. Bu bölgeler Devletin Makro planlamasından, devlet teşviklerinden, ucuz faizli kredilerden mahrum bırakıldılar. Cumhuriyetin ilk yıllarında 13 milyon olan nüfusumuz, 2000 yıllarda 70 milyona geldiği halde bu bölgelere yatırımlar ve tesisler yapılmadı. O bölge halkı çocuğuna iş bulabilmek için kendi doğduğu topraklardan, eşinden, dostundan ayrılarak Orta ve Batı şehirlerine göçer durumuna getirildi. Bu göç edenlerin çoğu Kürt kökenli kardeşlerimiz oldu. Bunlar gittikleri yerlere yerleştiler, kimi kapıcı oldu, kimi tarlada çalıştı, kimi de hamallık yaptı.
Cumhuriyet dönemi içinde bu tasnifi bozan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ekonomik mak’üs tarihini değiştiren tek dönem 1974 yılında Hükümete koalisyon ortağı olarak giren MSP ve onun Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan oldu. Devletçe Planlanan 200 kadar Ağır Sanayi yatırımı Doğu ve Güneydoğu illerine kadar yaydı.
Mesela Diyarbakır Gaz türbinleri, Çimento, Tütün sanayi, Et kombinası, Hilvan’a Yem Fabrikası, Kars Şeker, Gübre, Nebati yağ fabrikası, Siirt Süt fabrikası, Mardin Çimento, Traktör, Şeker Fabrikası, Mazıdağı Peynir ve Tereyağı fabrikası, Muş Yem fabrikası, Şanlıurfa Ziraat aletleri fabrikası, Ağrı Şeker fabrikası, Bingöl Çimento fabrikası, Bitlis Çimento ve Sigara fabrikası, Hakkâri Süt ve Yem fabrikası, Van Şeker fabrikası, Tunceli Süt, Yem ve Et kombinası gibi.
Sonra gelen Hükümetleri bunları terk etti, sattı ve yok ettiler.