Sözün doğrusu, 1980'li yıllarda söylenmiş, ve Kanada'nın başbakanlarından birine ait. Partisinin seçimi kazandığını öğrendiğinde ağzından gayri ihtiyari şu söz çıkmış:
"Eyvah, seçimi kazandık. Şimdi ne yapacağız?" Bizde bu söz her darbeden sonra, darbeciler tarafından söylenir: "İktidara el koyduk, tamam da şimdi ne yapacağız?" İlk defa da tam 100 yıl önce, İttihatçı komitacılar iktidarı fiilen ele geçirdikleri zaman bu söz duyulmuştur. "Şimdi ne yapacağız?" sorusunun cevabı ise hiçbir zaman verilememiştir. İttihatçıların yaptığı, Sultan Abdülhamid'in tecrübeli ve yaşlı vezirlerine hükümeti teslim etmek olmuştur. Sonra da komitacılar kendi emanetçilerine muhalefete başlamışlardır.
Her şeye itiraz etmenin, her şeye muhalefet etmenin cazibesi yüksektir. İktidar sorumluluğu ise zorlu bir uğraşı gerektirir. Bizim darbecilerimizin her zaman, en kestirme yoldan kışlalarına çekilmelerinin, darbe yaptıkları gün hükümet işlerini yürütecek birilerinin peşine düşmelerinin sebebi budur. Darbeciler ülkeyi yönetemezler. Doğrudan yönetimi üzerlerine aldıkları zaman bile, geri çekilecekleri en kestirme yolu aramaya başlarlar.
Soğuk Savaş yıllarında komşumuz Yunanistan başta olmak üzere, dünyada askerî yönetim modası yaygınken, bizimkiler üç defa doğrudan ele geçirdikleri iktidarı sivillere emanet ederek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Her defasında geri çekildiklerinde bıraktıkları ülke manzarası, bir filin alışveriş yaptığı züccaciye dükkânına dönmüştür. İktidara doğrudan el koymadıkları, taşeronlara emanet ettikleri son kapsamlı darbe teşebbüsü olan 28 Şubat sürecinde görev alanları, bugün sosyal ortamlarda göremememizin esaslı sebebi de budur. Türkiye'deki askerî vesayet mantığı, iktidar sorumluluğunu üstlenmeye değil, iktidardakilere ayar çekerek istediklerini yaptırmaya dayanır. Davulla tokmağın ayrı ellerde olması ile istediklerini yaptırmaya veya istemediklerini yaptırmamaya çalışırlar. Bir dünya vizyonu, bir ülke vizyonu olmayanların politika üretmesi zordur. Bu zorluk siyasete müdahaleyi, sadece bazı şeyleri engellemekle sınırlar.
Türkiye yerinde duramayan bir küheylana benziyor. Bu küheylanı yönetecek süvarinin uzak görüşlü, çevik, esnek ve akıllı olması üstelik ilerlediği yolu da çok iyi bilmesi lâzım. Aksi takdirde küheylanın üzerinde kalamaz. Darbecilerin dar ve sınırlı dünyası ile, hiyerarşinin kaskatı ettiği hantallık ile bu küheylan yönetilemez. Darbe yapacak olanın tek seçeneği bu küheylanı tahtadan bir ata çevirip, üzerinde sakin bir şekilde durmaya çalışmak olacaktır. Tahta bir atın üzerinde durmak bile, her şeye rağmen bir beceri gerektirir.
Ali Bayramoğlu dünkü yazısında "anti-küreselleşmeci, yeni ulusalcı, içe kapanmaya yatkın bir siyasî söylem"in devletin "resmî söylemi" olmaya yüz tutmasından şikâyet ederken, darbecilerin karanlık dünyasından gelen tarih dışı bir kalkışmanın ipuçlarını veriyor. Seçimlerin hepsi yanlış: Tarihin çarkları geri çevrilemez. Bugünün dünyası Soğuk Savaş dünyası değil. İçine biraz üçüncü dünya solculuğu, biraz öncü sosyalizm, biraz Kurtuluş Savaşı ile paralellikler kuracağınız anti-emperyalist milliyetçiliği koyacağınız çorbanın tadına kimse bakmaz. Bunlar, İP'in aldığı oy kadar marjinal bir kesimi temsil eder. Modası geçmiş Millî Demokratik Devrim tezleri, 60'lı yılların Amerikan Marksizmi'nden ödünç alınma kapitalizm teorileri ile iktidardakilere bol keseden itiraz edebilirsiniz; ama bu ideolojiye dayanarak bugünün dünyasında nefes bile alamazsınız. Hele artık arkeolojinin ilgi alanına giren bu fikirlerle siyaseti tanzim etmeye kalktığınız zaman ortalığı yangın yerine çevirirsiniz. Ali Bayramoğlu, "siyasete yönelik otoriter bir yeniden yapılandırma arzu ve iradesi"nin, bu anti-küreselleşmeci, yeni ulusalcı, içe kapanmacı dünya tarafından ne için kullanıldığını anlatmış oluyor.
Karşımızda kâğıttan bir kaplan duruyor. İçinin boş ve kof olduğunun anlaşılmasından korkuyor. En korktuğu şey ise, iktidar sorumluluğunu üstlenmek. Kâbus gibi bir şey: Küheylanın üstündeki süvari tacizlerden bıkacak ve bir gün, "madem öyle, buyur" diyecek. Bu söz, aynı zamanda tehditle iş görenleri durduracak bir tehdit değil mi?