Çubuk, Ey Çubuk!
Ey benim çocukluğumun gelincikli kasabası.
Evimin önünden, çayından aldığı suyu, dere salınımı ile kanallardan akıtan kasaba.
Ovanın bereketli toprağından doğurduğun çocuklarını kaya diblerinde serinleten kasaba!
Çayırlarında, hem gençlerini, hem süt veren sürülerini barındıran engin düzlük!
Pamuk tüylü kavak direklerle, dünyada japon kale maç yapılan tek sahanın sahibi!
Güneş sarısı yağın, kaymaktan tatlı süzme yoğurdun, semiz etinle dünyayı besleyen kasaba!
Kasketin altından arpa sarısı ter akıtan efendinin, öküz döveçleri ile başaklara yel verdiği harman!
Çayındaki malaklarla, ördeklerin ve de kuğu edasıyla yürüyen kazlarınla doğaya neşe katan kasaba!
Manastır"dan Karaköy"e milyonlarca söğüt ve kavakla yakut bir kolye gibi uzanan su boyunun sahibi!
Pilavoğulların, karaüzümlerin, devrimci, mücadeleci gençlerinle dünyayı yönetmeye kalkan kasaba!
Çubuk, Ey Çubuk!
Çubuk Bey sana ismini vereli neredeyse bin yıl, yani on asır oldu.
Yer yüzünün o gün, daha keşfedilmeyi bekleyen milyonlarca hektarlık toğrağı vardı.
Senin şehr-i emin olduğunda, bugünkü şehirlerin binlercesinin daha adı yoktu.
Başkent senin koynuna sokulduğunda sen ona namzettin.
Sen orada mahzun ve keşfedilmeyi beklerken, senin gibi hazinelerden öyle güzel inciler yapılıp dünyaya serpiştirildi ki,
Analar koynundan indirdikleri yavruları bağırlarına taş basarak saldılar, geçim ve medeniyet orda diye,
Sen hala nazire yapmaya devam et,
Çubuk, Ey Çubuk!
Bilmem sen kaç asır daha kovalayacaksın zamanı,
Bilmem kaç fersah daha bekleyeceksin kendi yiğitlerinin soluğunu,
Bilmem ne kadar, ne kadar daha dayanacaksın,
Seni senden alıp, kendi bahtsızlıklarına ortak etmek isteyen çelik-çomak oyunlarına...
Çubuk, Ey Çubuk!
Ey benim çocukluğumun gelincikli kasabası.
İster dolu yağsın gönlümüze, isterse kar
Bütün sabahlar acı renginde olsa ne çıkar
Karanlığı olmayan şafak da, senin Aydos"unun ardından doğar...