Biz Onlara İktidar Verirsek…!

Tarık Sezai Karatepe

 

Orta halli ailenin biricik kızıydı; daha yedi yaşındayken mahalle mescidinde elif be"yi sökmüş; rahmet ve savaş peygamberi"nin, “İnsanların en hayırlısı, başkalarına faydalı olandır!” emrini baş tacı edinmiş; anasının “Doktor ol da, beni muayene et!” sözü bir türlü aklından çıkmamış;

sonunda Tıp"a adım atmış; “Yoksa siz, dinin bir kısmını kabul edip, bir kısmını…” Yüce Fermanı"na gönül vermiş; Nur otuz bir"i özümsemişti.

Beş yıl, çarçabuk akıp gitmiş; Anadolu"nun tozlu yollarına düşmeye ramak kalmıştı. O gün yeni bir heyecanla tıbbiyeye koşmuş; “utanç duvarı”nı bir türlü aşamamıştı. Kapıkulu, “Nuh” diyor, “Peygamber” demiyor; “Nuh Peygamber” demediği için de, bir türlü imana gelmiyordu.

“Seni sen yapan ne varsa… kimliğini, özünü, kapının dışında bırak da öyle gir!” buyuruyordu(!), en sünepe olanı, dersine iyi çalışmış; ikramiyeyi kapmıştı. “O da çıksın bir tahta; salınsın, birkaç hafta!”

Manifesto çekmiş; “Nuh"un gemisi beni de alır; Musa ile, zalim kralın ülkesinden gitmeye varım; İbrahim"i yakmayan ateş kime nasip olacak?; Asiye"nin yoldaşı benim; Sümeyye, Firdevs"ten elini uzatır bana; sizin olsun diplomalar, makam odaları, adına “değer” dediğiniz ve varsa; dünya bir leş, peşine düşen…!”

 Bir tatlı huzurla ailesine dönmüş; kanatlı kapıdan içeri adım atar atmaz olan biten anlaşılmış; sofraya bir kaşık daha konmuştu; baba, içten içe gururlanıyor; ana, Yaradan"a havale ediyordu. Böyle yıllar geçmiş; dosyasını, çoktan Brüksel"e göndermişlerdi.

“Beklenmedik misafir pazara gelmiş” güllü demokrasiyi temsilen, “Bu haliyle aramızda yeri yok; zaten mevzuata da aykırı” savunmasını yapmış; haçlının bağrında, çağın onurlu duruşunu mahkum etmişti.

Bozok diyarından bir başka yiğit ses yankılanıyor; “Büyüyünce savcı olup, katillerin ensesine çökeceğim!”  diyordu; olan bitene “Gelen ağam, giden paşam!”dememiş; şifreyi çözmüş, taşları yerine koyunca yüzyılın fotoğrafı ortaya çıkmış; “derin merin” kalmamış; tatlı su balıkları ürkmüştü.

 Solucan tiynetli gödelek, sekiz yüz kırk iki rakım"ın rehavetiyle, üzerine vazife olmayan işlere bulaşmış; yargısız infazla, arenada aç aslanlara yem etmiş; pırpırlılardan “Sen ne iyi çocukmuşsun; hakikaten gömleği değil, her bir şeyi çıkarmışsın!” şans öpücüğünü hak etmiş; ötesine layık görülmemiş, biraz bozulmuştu.

Bağrıyanık savcı, yuvasına çekilmiş; “garip pencerecik; küçük, daracık; dünyaya kapalı, Allah"a açık” iki göz, bir mabeyn sofasında, mükafatını yalnız O"ndan bekleyerek izini kaybettirmiş;

 timsah gözyaşları döken ılıman basına, “Bir halta yaradığınız yok; sizdeki halk desteği onlarda olsa!” mesajını iletmiş; vaktiyle kendisine sunulan dünyalıkları, elinin tersiyle itmenin dayanılmaz huzuru ona yetmişti.

Felluceli Saliha, pilli radyodan akşam haberlerini dinleyince kulaklarına inanamıştı; Endülüs"ün kalbinde konuşan, boy pos yerinde tanıdık adam,

“Uluslarası terörizmle mücadele edeceğiz; müttefiklerimizle arayı daha da sıkı tutup, bu işin üstesinden geleceğiz; ne gerekiyorsa varım; hava, deniz, kara…!”  deyince duvarları yumruklamış;

 Kafkas cephesine gidip, Enver Paşa"nın Sarıkamış"ın buzlu dağlarına sürdüğü, bir daha kendisinden haber alınamayan dedesinin siyah beyaz fotoğrafının karşısında:

“Demek sen, bilmediğin topraklara; din için, namus için, gardaşlık için giderken uluslarası teröristtin ha!” feryadını basmış; hesabını maveraya bırakmıştı.

Kandaharlı Abdülkerim, “dost ve kardeş ülke”nin, vatanına muharip gücü göndereceğini duyunca, konsolosluğa koşup,

“Sizin İstiklal Harbi"nizde biz de vardık; ninelerimin dişinden tırnağından artırarak gönderdiği beşibiryerdeleri, gerdanlıkları… savaşta kullanmayıp banka işlettiğiniz yetmiyormuş gibi, bizim alınterimizle tek parti"yi kurdunuz; minarelerinize “yüzyılların yabancısı bir ses” değdi;

bu da yetmedi, şimdi de bizi katletmeye civanlarınızı yollayacakmışsınız; ailemizin size gönderdiği altınların yekunu Konsolosluğunuzda kayıtlı; ya yanlıştan dönün, ya da bizim göz nurumuzu daha fazla kirletmeyin!”

İnanan bir beden, asla işbirlikçi olamaz, “Kahrolsun!”larla başlayan sloganlara adını yazdırmazdı; tarih, eli kanlı jurnalcileri değil, “gün olur ki mertliği kahpe bir hınca uğrayan” coşkun yürekleri hayırla anacaktı!

Vahyin penceresinden hayata bakan yürek gözü kara olur; O"nun emri ile akan sular durur.

Heyecan basmış; tepenin cazibesiyle her biri sapır sapır dökülmeye başlamıştı; kimi şarap kongrelerinde içmeden sarhoş oluyor; kimi yüzde yüzü, bir buçuk görüyor; kimi rotarilere eğitim yuvası(!) parselliyor; kimi Bilderberg mahzenlerinde “siyon protolü”ne imza atıyor; günah galerisi kabarıyordu.

Kızı kırk kişi ister, bir kişi alırdı; sermayeyi çoktan tüketmiş müflis tüccar gibi rüzgardan rüzgara savruluyordu her biri.

Sayılı günler kalmış, telaş artmıştı; öncekiler de “Her şey ittifak için!” deyip, coninin emrine verdikleri yiğit bedenleri, çekik gözlülerin diyarında telef etmemişler miydi? “Cambaza bak!” hedef saptırmış, ördükleri “Koruma duvarı”nın altında kalmışlardı.

“Bir koyup üç alacağım!” niyetine haçlı sürüsünü Babil"in asma bahçelerine dolduran, “Dönüşlerinde rahat etsinler!” diye patroniçeye güney sahillerinde “namus pazarı” kurduran, son kullanma tarihi geçince de Romanya"nın Çavuş"u gibi ıskartaya çıkarılan cüce devler nerede?

“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler; iyiliği emreder, kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah"a varır.”

Tarihi dönemecin eşiğinde, gün ağarmak üzredir. “Defterler açılmadan” mazlumun yanına koşan, Yaradan"ın hür kıldığı varlığı tutsak etmeyen, fıtrattan gelen hakların teminatı olan; dosta güven, düşmana korku salan;

 “zulüm kimden gelirse gelsin karşısında, mazlum kim olursa olsun yanında” levhasını kalbine kazıyan; “Canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayan!”  yeryüzü iktidarı kime nasip olacak?

Kutlu yürüyüşün öncüleri; Vietnam"ın pirinç tarlalarında aileboyu katledilen ırgatın hesabını sormadan;

Cezayir"de, Frenk"in tankından kaçmamak için, dizini katlayıp urganla bağlayan şehide gönül vermeden;

Salvador"da, anasının yürek burkan hıçkırıkları arasında son nefesini veren, on birlik eroinman bedenin dayanılmaz acısını kılcal damarlarında hissetmeden;

Nagazaki"de, altmış üç sene var ki gülmeyi unutmuş  “yaşayan tarih”in gönlüne su serpmeden…  şu alemde insankızına ve insanoğluna rahat yok!

Kuvvetin Sahibi Adına!...