Bir konuyu en çok üç şekilde ifade edilebilirsiniz. Yazdığınız veya anlattığınız şeyi ya görmüşsünüzdür ya da duymuşsunuzdur. Her iki halde de anlatım farklı olmaktadır. Bir üçüncüsü ise olayın içerisinde yaşamışsınızdır ve olayı bir kere de yaşayan insan olarak siz ifade ediyorsunuz. Bu anlatım şekli elbette ki diğerlerinden çok farklı olacaktır.
Bizler, Allah’a(c.c) çok şükürler olsun, Müslüman bir ana-babadan dünyaya gelmiş, hayatımızın her döneminde onların kulluk ve ibadetlerini yakından takip etmiş sırası gelince de biz de ibadetlerimizi yapmışızdır. Biz ibadet ederken, hele ibadetlerin şahı olan namazımızı kılarken bu ibadet bize hiç de zor gelmemiş, anamızdan babamızdan gördüğümüz gibi kılmaya çalışmışızdır. Ve doğduktan sonra hemen yanı başımızda buluverdiğimiz namazın kıymetini de gereği gibi kavrayamamışız.
Aşağıda okuyacağız yazı bir hatıra olup, ömrünün uzun bir bölümünü dalalette (karanlıklar içerisinde) geçiren ama profesör unvanına sahip bir insanın o yaşından sonra ele geçirdiği namazı, nasıl bütün bedeni ve benliğiyle kılmaya çalıştığını, bunun duygusal yönlerini takip edeceksiniz.
PROF. JEFRİ LANG
Amerika'nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Prof. Jefri Lang İslam'a giriş hikâyesini yazmış olduğu “Melekler soruncaya kadar” isimli eserinde derin felsefi düşüncelerle, ruhani duygular arasında ilk namazını şöyle anlatmaktadır.
"Müslüman olduğum gün cami imamı, bana namazın kılınışını açıklayan bir kitap verdi. Ancak Müslüman talebelerin benim için endişelerini gördüm. Bana: "Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın" dediler. Ben de kendi kendime, “namaz bu kadar zor mu” dedim ve talebelerinin ikazlarını duymazlıktan geldim. Camiden evime döndükten sonra vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdim.
O gece evimde loş ve küçük odama çekilerek bana verilen kitaptan abdest ve namaz hareketleri eksersizlerini yaptım, namazda okunacak bazı surelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalıştım. Bu çalışmalar saatlerce sürdü.
Kendime bir güven gelince o günkü yatsı namazını kılmaya karar verdim. Vakit gece yarısıydı. Namaz kitabını alıp banyoya girdim ve açarak, mutfakta ilk yemek denemesi yapan bir aşçı gibi kitaptaki talimatları dikkat okumaya ve inceliklerine uymaya çalıştım.
İLK NAMAZ
Abdest bitince odanın ortasında durup, önce kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olduklarından emin olduktan sonra kıble olarak bildiğim tarafa yöneldim. Derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak alçak bir sesle “Allahu Ekber” dedim.
Kimsenin beni işitmesini ve görmesini istemiyordum. Önce yavaş yavaş Fatiha suresini sonra kısa bir sureyi Arapça okudum. Zannediyorum ki bu sureleri bilen herhangi kişi veya bir Arap beni dinlemiş olsaydı benim okumamdan bir şey anlamayacağı muhakkaktı.
İkinci bir tekbir alarak Rükua gittim. Ama rükuda da biraz tedirginlik hissettim. Çünkü şu ana kadar hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim. Şimdi ben nasıl eğileceğim acaba diye düşünüyordum. Odada yalnız olduğumu hatırlayınca, rahatladım ve sevindim.
“Subhane Rabbiyel azim” dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti.
Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca dona kaldım. Secdeye bir türlü gidemiyordum. Efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum. Üstelik bacaklarım da katlanmıyordu. Utandım. Gülünç duruma düştüğümü zannettim. Bu durumda beni gören arkadaşlarım ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek halimi düşündüm. Arkadaşlarımın benim hareketlerime attıkları kahkahalarını duyar gibi oluyordum.
Arkadaşlarım benim için, “San Francisco'da Araplar çarptı, o da bu hale düştü” gibi sözler sarf edeceklerini tahayyül ederek zavallı duruma düştüğümü hissettim.
Bir müddet tereddüt ettikten sonra ikinci bir derin nefes aldım başımı seccadeye koydum. Zihnimdeki bütün düşünceleri attım. Dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime "Daha önümde üç tur daha var"
diye düşünüyordum. Ama kararlıydım. “Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlayacağım” dedim. Kalan rekâtlarda işler gittikçe daha da kolaylaşıyordu. Son secdede, tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra önce sağa, sonra sola selam verdim.
VE İLK DUA
Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım. Nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim ve bu savaştan galip çıktığımı hissettim. Sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde "Allah'ım geri zekâlılığımdan ve kibrimden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var" diye dua ettim.
Bu arada daha önce hiç yaşamadığım bir duygu hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Vücudumu (kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım) bir dalga kapladı. Bu dalga soğuk gibiydi ve ilk etapta irkildim. Bunun garip bir şekilde duygularımı etkilediğini gördüm. Açık bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime de nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı.
Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım. Gözyaşlarım aktıkça, rahmet ve lütuftan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan utanç yerine sevinçten dolayı ağlıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku ve keder sel olup gidiyordu. Bu satırları yazarken kendi kendime diyordum: "Allah'ın rahmet ve mağfireti, sadece günahları affetmiyor, o aynı zamanda bir şifa ve bir sekinedir" Uzun bir süre başım eğik bir şekilde öylece diz üstü kaldım.
Ağlamam durunca, yaşadığım deneyin, akıl ile izah etmenin mümkün olmadığını anladım. Bu esnada idrak ettiğim en önemli husus ise benim;” Allah'a ve namaza şiddetle muhtaç olduğum” gerçeği oldu. Yerimden kalkmadan önce de şu duayı yaptım: "Allah'ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar” Hata ve kusurlarla yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum, ancak şunu da yakinen biliyorum ki, “Allah’ım, bir tek gün dahi sensiz yaşamak senin varlığını inkâr etmek mümkün değil."