Sohbet konuları yazı serisi (4)
En az üç kişinin (İslam da iki kişi) bir araya gelmesiyle bir toplum oluşur. Bunlardan biri başkan olur, diğerleri de onun vereceği emirlere uyarlar. Bu yapıya İslam da Ümmet yapısı denir. Zamanımızda bu şekildeki toplum yapısına, teşkilat, örgüt, ordu sözleri de kullanılmaktadır.
Bu yapının başında bulunan idarecileri ikiye ayırmak lazımdır. Bunlardan birisine diktatör, diğerine, adil ölçülere dayalı olduğu için “Güçlü toplum idarecisi” denilir. Her iki toplum yapısında da başta tek bir idareci bulunur ama ilkinde “Ben ne diyorsam o olacak” dayatması hâkimdir.
Bu sistemde Başkan olan kişinin etrafında bulunan insanlar, başkana rağmen kendi fikirlerini açıkça ortaya koyarak savunamazlar. O da, “makamına yapılan hürmet ve saygıyı kendisine yapılıyor zanneder.” Bu kabul, bir müddette sonra idarecinin kendini ilah görmesine kadar gider. Tabii çevresinde çıkarlarıyla ona bağlanmış insanlar da ona “isabet buyurdunuz efendim” diyerek ona bir ilah gibi tapınmaya başlarlar. Bu fasit daire (kısır döngü), o toplumun bir felakete uğramasına kadar devam eder.
İlah olmanın şartlarını bir kere daha gözden geçirirsek; “1- Kendisine kulluk yapılacak varlık, 2-Kendisinden yardım istenecek varlık, 3- Rızası aranılacak varlık ve 4- Kanun koyucu” olduğunu görmekteyiz.
İşte Diktatörler bu dört maddeyi de kendileri sağlayacağına inandıkları ve toplumlarını da buna inandırdıkları için o toplumun ilahı haline gelirler. Sonra da ondan gelecek küçük bir işaret, toplum tarafından büyük bir hüsn-ü kabulle benimsenip uygulanır.
İdarecisi ilahlaştırmış toplumlarda hiç kimse çıkıp da “Kral çıplak” diyemez. Derse yaptırım hazırdır. Onu hemen bir direğe bağlarlar ve etrafında (özelikle medya) “gulu gulu dansı” yapmaya başlar. Daha dün, “Beraber yürüdük biz bu yollarda…” diyerek marşlar söyleyen insanlar ile idarecinin artık yolları ayrılmış, dava kardeşi kabul edilenler, hain damgası ile damgalanmaya başlanmıştır.
Bu gün (2016) ülkemizde bir “Anayasa değişikliği” konusu gündemdedir. Anayasada yapılacak değişikliğin birinci gündemini ise “başkanlık sistemi” oluşturmaktadır. Yapılması düşünülen başkanlık sistemini yukarıda verdiğim ölçülere vurunca karşımıza “ben ne diyorsam o olacak” anlayışı çıkıyorsa o başkanlık diktatörlüğe gidecektir.
ADİL BAŞKAN ADİL ÖLÇÜLERE BAĞLIDIR
Diğerinde ise idareci önce kendisinin de uymaya mecbur olduğu adil düzenden, sonra kendi nefsinden sonra hemen yanındaki istişare heyeti üyelerince ve halka halka bütün fertlere karşı sorumlu olduğu şuurunda ve denetimindedir. Kesinlikle “la yüs’el (yaptığım yaptıktır)” diyen bir idareci değildir.
Adil bir başkan önce kendi nefsini her zaman hesaba çeker. O bilir ki yaptığı iş için, bir fetva (uzmanların olumlu görüşü) alınmış olsa bile, o işi yapmadan kalbinin sesini dinlemeye kendini mecbur hisseder. Onun çevresinde her konuda uzmanlar, istişare üyeleri, Şeyh-ül İslam (Anayasa mahkemesi, Yargıtay Başkanı gibi insanlar) bulunur. Yapılacak ve yapılacak iş “Adil düzen”e uymuyorsa derhal hiç çekinmeden tenkit ederler ve gereğini de yerine getirirler.
Tarihimizde bunun çok güzel örnekleri bulunmaktadır. Peygamberimizin (s.a.s) hırsızlık yapan ve asalet bir sahibi kadının affedilmesinin istenmesi karşısında; “Eğer bu işi kızım Fatıma da yapsaydı, onun da elini keserdim” buyurmuş olmasıdır.
Hazret-i Ömer’in bir hutbesinde; “Ey iman edenler. Dinleyin ve itaat edin” buyurması üzerine orada hazır bulunanlarda bir Müslüman ayağa kalkarak; “Ya Ömer, seni dinleriz ve ne de sana itaat ederiz” demesi üzerine, Ömer;
“Niçin beni dinleyip, bana itaat etmezsin” diye sorunca, adam;
“Aynı harpte birlikte bulunduk. Harp ganimetleri dağıtıldığı zaman da sen de ben de aynı miktarda kumaş sahibi olduk. O ganimet kumaşı ile benim şu zayıf bedenime bir elbise çıkmazken, sen nasıl oluyor da o iri vücuduna bir elbise çıkarıyor ve o elbise ile aramıza geliyor bize hutbe irat ediyorsun?” diye sorar. Hazret-i Ömer o toplum içinde bulunan oğlu Abdullah’a seslenerek, bu konuya açıklık getirmesini ister. Hz. Abdullah ise;
“Ben de o gazada sizlerle birlikte bulunmuştum. Benim hisseme de size düşen miktarda kumaş düşmüştü. Babam bir Halife idi ve üzerine yiyecek yeni bir elbisesi yoktu. Ben bana düşen hissemi de babama vererek, babamın hissesi ile birleştirdik. İki hisseden bu gördüğünüz ve Babamın da üzerine giydiği bu elbise çıktı” demiştir. Bunu duyan adam;
“Konuş, ya Ömer. Şimdi seni dinler ve sana itaat ederiz” diyerek oturmuştur.
Sultan Fatih’in bir cami yapımından, verilen ölçülere değil de kendi estetik görüşünü uyguladığı Rum mimarın elini kestirmesi karşısında, Rum mimar onu devrin adil ve cesur Kadısı (Yargıcı) Kadı Hızır’a şikâyet etmesi üzerine, yapılan müraffada (duruşmada) “Kısas uygulanması” ve Fatih’in de elinin kesilmesine karar verilir.
Rum mimarın adaletin, Devlet Başkanı da olsa uygulandığını görünce davasından vazgeçerek Müslüman olur. Sultan Fatih de ona diyet (tazminat) ödeyerek, yine meseleyi adaletle ve gönül hoşluğu ile halleder.