Geçmişi takvim yapraklarıyla saymak, gazete kupürleri ile hatırlamak yerine rüyalarda tekrar tekrar yaşamanın farkını iyi biliyorum.
12 Eylül darbesinin gerekçesi olan şiddet dolu yılları, akrep yuvası bir fakültede, üstelik bir tarafın "elebaşı" sıfatıyla hücrelerime kadar hissederek yaşadım. Bu yüzden 28 yıl sonra, 12 Eylül hakkında yazmak, benim için tanıklık yapmak demek.
Gözümde bütün ayrıntıları ile canlanan bir sahne: 11 Eylül günü, yani bir gün önce, bir öğle vakti Atatürk Bulvarı üzerinde, Meşrutiyet Caddesi'nin köşesinden karşıya geçiyordum. Polis trafiği durdurmuş, yayaları Kızılay istikametine yaklaştırmıyordu. Caddenin tam ortasında renkli jelatin kâğıdı ile hediye paketi şeklinde sarılmış orta boy iki kutu duruyordu. Ankara'nın göbeğinde Kızılay'da iki bomba paketi kalabalığın gözü önünde polis tarafından etkisiz hale getiriliyordu. Yaşanan onca şiddetin üzerine bomba süsü verilmiş paketleri seyredenlerin ertesi gün devlet televizyonunda Kenan Evren'i yanındaki dört komutanla birlikte gördükleri zaman rahat bir nefes almaları doğaldı. Doğal olmayan ise şuydu: Kızılay'a bomba paketlerini koyanlar ile darbe yapanlar aynı kurumun hiyerarşisi içinde yer alıyorlardı.
2 Mayıs 1977'de sabah gazetelerde, 1 Mayıs Taksim katliamının fotoğraflarını gördüğüm zaman, şiddeti kanıksamış biri olmama rağmen yaşadığım şaşkınlığı ve dehşeti unutmuyorum. Sadece "bu bambaşka bir şey, ama ne?" diye bütün gün kendi kendime sorduğumu hatırlıyorum. Gündelik hale gelen şiddeti körükleyenler bu sefer kendileri sahneye çıkmışlardı. Manzara farklı siyasî görüşlerin, ideolojilerin eseri olamayacak kadar vahşiydi.
Maraş katliamı, bugün bile anlatılması zor bir vahşet. Gündelik hayatlarında son derece normal görünen insanlar cinnet geçirmişler ve insanlıktan çıkmışlardı. Bu vahşetin bir benzeri Çorum'da yaşandı. Bu katliamlarda da başka bir şey vardı. Kitle insanının içindeki vahşi yaratığı doludizgin ortalığa salmayı bilen provokatörler iş başındaydı. Kitle ayağa kaldırılırken en ön safta görünen bu yabancılar, iş çığırından çıkınca ortalıktan kaybolmuşlardı. Şahitlerden dinledim: Polisin gözaltına aldığı birkaç "yabancı", yukarılardan gelen emirlerle serbest bırakılmıştı.
Herkes yol haritasını ve pusulasını kaybetmişti. İdeolojiler, pusula arayanları mıknatıs gibi kendine çekti. Bir ideolojiye mensup olmak bir kimlik edinmek, benzerleri ile aynı hayatı paylaşmak demekti. Dost edinmenin ve yalnızlıktan kurtulmanın bedeli ise düşmanlar kazanmaktı. Herkes toydu. Alışmaya çalıştığı hayatı yargılayacak donanım kimsede yoktu. Bu puslu havada iktidar hesaplarına girişen, tuzaklar, tezgâhlar ve pusular kuranlar olmasaydı, bu sapmaların hepsi bir çocukluk hastalığı olarak saman alevi gibi yanıp geçebilirdi. Devir Soğuk Savaş devriydi. Devletin toplum psikolojisini yönetecek araçları vardı. Elindeki her aracı, Sovyet tehdidine karşı geliştirilen ideolojik savaş araçlarını da iktidar hesapları için kullanan bir silahlı iktidar geleneği mevcuttu. Demokratik olgunluğu ve sorumluluğu saded dışı bırakan siyasî rekabet, yangına benzinle gitmekten fayda umuyordu. 12 Eylül Darbesi, toplumun yaşadığı çalkantılardan, bunalımlardan bir askerî dikta çıkarma projesinin adıdır. Mesele basit olarak, darbe şartlarının olgunlaştırılması idi. Şiddet bu proje adına tırmandırılmış, bezdirici hale gelmesi için resmî devlet görevlileri katliamları provoke etmiş, cinayet işlemişti. Sonunda cinnete dönüştürülen şiddet ortamı, 12 Eylül darbesinin gerekçesi haline getirildi.
Tarihten hangi dersi çıkartacağız? Ergenekon terör örgütü, 12 Eylül'de darbe şartlarını olgunlaştıranların örgütü. Soğuk Savaş bitti, bu örgütün aslî görevi ortadan kalktı; darbe şartları hazırlamak gibi talî görevleri ise astarı yüzünden pahalıya gelmeye başladı. Bu örgüt, darbeciler de dahil herkesin başına bela oldu. Şimdi katliam yaptıran, cinayet işleyen devlet içindeki çeteleri tasfiye etme fırsatı doğdu. 28 yıl sonra, bu fırsatı hakkıyla kullanmak zorundayız.